Sanayi 4.0 ve Toplum 5.0’a başlangıç: Birey ve toplumsal bilinç sorunsalına dair…

Kavram olarak “zaman”, felsefi ve akademik olarak oldum olası beni meşgul etmiştir.

Okudukça, üstünde çalıştıkça muammalaşan başka bir alan var mı bilemiyorum…

Söz gelimi “Zaman Felsefesi” üzerinde düşünmüş ve bunu “Confessiones (İtiraflar)” kitabında bölüm olarak işlemiş Aziz Agustinus (MS 354-430); mealen “zamanı kavramsal olarak biliyorum; ama birisi sorduğunda tanımlayamıyorum” sözüyle meşhurdur. Yine Agustinus, geçmiş ve gelecek zaman kavrayışlarımıza dair en temel düşünme biçimini , “bir parçası var olmuştur, artık yoktur; öteki parçası ise olacaktır, henüz yoktur” betimlemesiyle ne de güzel vurgulamıştır.

Bu zaman meselesine şundan değiniyorum: 21 yüzyılın ilk çeyreği neredeyse bitmeye yakın. Muazzam bir bilim, bilişim ve teknolojik bilgi devrimiyle karşı karşıyayız. Yaşamlarımız yapay zeka teknolojisiyle yönetilir bir çağın anaforuna çoktan takılmış durumda ve zamansal olarak sanayi üretimin 4.0 olduğu, toplumun da 5.0 diye anıldığı bir insanlık çağını yaşamaya başlamış bulunuyoruz.

Bilinç olarak, bunları ne kadar kavrama durumundayız? Bunu, insan bilincimizden, sınıf bilincine taşıma imkânları nelerdir ve hadi ilerleyelim, nasıl bir örgütlenme, nasıl bir toplumsallaşma sorularına problematik olarak nasıl yanıtlar bulacağız?

Eksen böyle olunca, belki bir dizi hatırlama ve soyutlama yapma zorunluluğu da çıkıyor.

Bu yazı ve benzerleri işin bu başlangıç kısmına dairdir.

Sıkmadan özetleyebilir miyim diyeceğim; ne ki tahammül gösterip okuyanlara yazmış olduğumu da biliyorum…

***

Hayat ve Ömür Çizgisi

Hayat bizden önce de vardı; hayat bizden sonra da var…

Biricik olan hepimize, bütün canlılığa ilişkin ömürlerimizdir… Yani hayatın içinde birer ömür kesri yaşıyoruz ve işte hepsi bu kadar denilecek bir hayat yolcusuyuz…

Biyolojik yaşamımız büyük bir zamansal döngüdür…

Doğarız (Doğduğumuz anda artık geçmiştir…); yaşarız (Yaşarken şimdiye dairdir…) ve ölürüz (Yaşarken geleceğe ilişkindir…).

Yani ömür çizgimiz adeta bir zaman kipidir…

Hayatın içinde, kendimize özgü yaşadığımız ömür çizgimizde iki kez hayatın geneliyle ilişkilenecek bir “oluş” vardır. Bunların birincisi, doğarak hayata dâhil oluş, ikincisi ise bir isim-nam ya da duruş gerçekleştirebiliyorsak, bu da hayatın içinde ona ait olan var oluşumuzdur. Bu, kişilik olarak kendi zihni farkındalığımız ve yaşam boyu bu farkındalığı bilince çıkarışımızla ilgili bir çizgidir. Sonuçta, insanlığın gelişimine katkı anlamında adı-namı iyi olanlardan anılmak yaşamın içindeki ömrümüzün sonunda alınabilecek yegâne armağandır…

***

Önce “zihin” ve “bilince” dair kısa bir not

Her ikisi de nörobilimlerin en yoğun ilgi alanıdır. Her ikisinde varılan keşif noktaları, hayatı anlamamızı ve anlamlandırmamızı yeniden olanaklı hale getirmektedir…

Zihin, adeta kendi varlığımızın yer aldığı bir merkezmiş gibi kavranır. Oysa özellikle beyinde bugüne değin bu türden bir merkez tanımlanmadığı gibi zihnin, bedensel bütünlüğümüzün tümünü içeren bir bilinçlilik durumu olduğunu ifade eden çeşitli nörobilim teorileri mevcuttur. Öyleyse tanımın özünde, zihin ya da bilinç ayrımı yapmaksızın düşünmemiz gerekir. Zihin, düşüncenin, algılamanın, belleğin, duygunun, isteğin ve düşlemenin bazı bileşimlerinden oluşan, bilincin ve zekânın kolektif görünüşlerini kapsar. Yani zihin bilinç akışı olarak da tanımlanabilir.

Bilinç ise, insanda farkındalığın, duygunun, algının ve bilginin merkezi olarak kabul edilen yetidir. Zihne aittir ve zihnin kendi içeriklerinin farkında olduğu, içebakış yoluyla bilinen, duyumları, algıları ve anıları içeren bölümü olarak da kabul edilmektedir.

Bilincin özellikleri, başlı başına bir yazı konudur. Bunu bir yana koyarsak, bilinçlilik durumunun iki çeşit alana özgü olduğunu görüyoruz. İlki, insanın kendindeki kişisel psikobiyolojik bilinci ve ikincisi de içinde yaşadığı topluma ilişkin sosyal bilincidir.

***

Laf uzamasın…

Yaşadığımız evrenin en karmaşık yaratığı olan insan, beden, düşünce, duygu ve inanç gibi değişik yönleriyle birbirinden büyük farklılıklar gösterir.

Bu anlamda bütün kişilik yapıları, bireye özgü psikobiyolojik katmanları içermekle beraber, yaşadığımız çevrenin ekonomik, toplumsal, kültürel koşulları gibi dışsal faktörlerin yarattığı koşullara bağlı olarak, farklı gelişim biçim ve süreçleri gösterebilir.

Bu bağlamda birey olarak insan, bireysel öznesine karşın, bütün yaşam etkinliklerini ancak toplumsal düzeyde sürdürebilen bir varlıktır.

Bu anlamda da, biyolojik, fiziksel özgünlüğü ve buna ait psikobiyolojik özellik ve farkları ancak toplumsal faaliyetler içerisinde gelişebilir, ayrışabilir ve pekişebilir.

Feuerbach, birey ve toplumsal ilişki ve bilinci, “yalıtılmış birey ile toplumu oluşturan bireylerin birbirine “yalnızca doğal bağlarla” bağlı olduğu” temelinde kurgulamıştır. “Yalnızca doğal bağ”, sınıflı toplumlardaki sınıf bilincini dikkate almayan bir kavrayıştır. Oysa Marx’a göre, “insanın özü, tek tek her bireyde var olan bir soyutlama olmayıp; toplumsal ilişkilerinin bütünü” dür.

Bireyi, kendi dışındaki dünyadan farklı kılan genel özelliği, toplumsal faaliyettir. İnsan, her şeyden önce, yaşam koşullarını değişime uğratan yapıcı, aktif bir toplumsal öznedir. Bu anlamda, yalnızca toplumsal bakımdan aktif bir varlık olmakla kalmayıp, aynı zamanda toplumsal bakımdan düşünen ve duyan bir varlıktır ve bu nitelikler birbiriyle ayrışmaz bir şekilde bağlantılıdır.

Bireysel bilinç veya birey kimliğini algılamaktan toplumsal ve sınıfsal bilincine

Bireysel bilinç, bizzat bireyle birlikte doğar ve onunla birlikte yok olur. Bireysel bilinç, bireyin yaşam biçiminin özelliklerini, onun yetişmesinin özgüllüklerini ve üzerindeki çeşitli politik ve ideolojik etkileri dile getirir. Bireysel bilincin oluşumunu etkileyen nesnel çevre, makro düzeydeki çevre olarak tanımlanabilecek sınıfsal yaşam koşulları ve aile, arkadaşlar gibi doğrudan çevre arasındaki etkileşimin, kısacası kişisel yaşam koşullarının bir sonucudur. Ölçek olarak da “psikoloji” nin konusudur…

Toplumsal ve sınıfsal bilincin açığa çıkışı, hem toplum ile birey arasındaki karşılıklı ilişkiyi içermekte hem de ortak çıkarlara sahip bireylerden oluşan insan bölükleri, yani sınıfın diğer sınıflarla karşılıklı olarak kendi çıkarları için kurdukları ilişki biçiminde olmaktadır.

Başka bir ifadeyle, bir toplumun, üretim sürecinde belirli ve benzer rol oynayan ve yaklaşık olarak aynı ilişkileri yaşayan insanlar bütününü toplumsal sınıf olarak tanımlamak olasıdır. Bir toplumsal sınıf bakımından var olmak da sınıfı,  sadece “kendiliğinden bir sınıf” olarak tanımlamaya yetmez.

Kendiliğinden sınıflar, sınıf bilincine sahip toplumsal gruplar değildir. Sınıf bilincine sahip olan toplumsal katmanlar KENDİNDE SINIFLARDIR. Kendinde sınıf, sınıfsal çıkarlarını savunur ve iktidar için de mücadele eder. Bu bağlamda, toplumsal sınıfın sosyolojik gerçekçiliğinin olması, bunun için de sınıf üyelerinin kendi aidiyetlerinin bilincinde olmalarını ve karşıt sınıflarla “antagonisitik öznelliğine” (zıtlıkların birlikteliği ve bilinci) sahip olmalarını gerektirmektedir.

Toplumsal evrimleşmenin diyalektiği bir “zaman yolculuğu” dur. Avcılık ve toplayıcılığın baskın olduğu ve ilk uygarlık temellerinin atıldığı “ilkel komünal toplum”, tarihsel olarak bir geçişe uğramıştır. Bu insan uygarlığının en önemli aşamalarından bir diğeridir. “Tarım devrimi ve hayvancılığın” başlangıcı ile büyük evrimin geçirildiği ikinci insanlık çağı aynı zamanda bir “barbarlık dönemi” olarak da anılmaktadır. Tarımın getirdiği üretim fazlası, özel karakteristikleri içinde barındıran önce “köleci devlet” ve sonra da “feodal devlet” dönemine evrilmiştir.

Sanayi 4.0 a götüren ilk sanayi devriminin başlangıcından itibaren ve onunla beraber bir dizi tarihsel dönüşümleri içinde barındıran kapitalizmin inşası bugünkü zaman aralığına erişimi olanaklı kılmıştır. Kapitalizmin eşitsizlik yaratan doğasına karşı toplumsal kurtuluş ve sosyalizm mücadelesi dönemin iç içe geçen toplumsal evrimleşme aşama ve çabalarını içermiştir, içermektedir. 

Sanayi 4.0 veya Toplum 5.0 yeni bir “Bilgi/İletişim dönemi” olarak önümüzde durmaktadır.

Tarihi maceramızın bundan sonraki sayfalarında, hikâyeyi hep beraber okuyup, sindirmek ve yeni toplumsal evrimleşme basamağının toplumsal bilincine erişmek, galiba gündemimiz olarak önümüzde durmaktadır.

Kısacası zaman yolculuğumuz devam etmektedir.

Nazım’ın dediği gibi,

“İçimde mis kokulu,

            Kızıl bir gül gibi duruyor zaman”.