“Sanatı öldürmek, sevgiyi öldürmektir!”

Yazılalı üzerinden epey zaman geçmiş kimi yazılarıma tekrar göz gezdirdiğimde, kendime: “Yoksa bu satırları bu sabah mı kaleme almıştım?” diye sorduğum çok oluyor.

Yani yazılanların çoğu, hâlâ onca güncel. Ya da ‘bugün’, hâlâ onca ‘dünlerle’ dolu.

Sanırım otuz yıl kadar önce, köşe yazarlığına henüz başladığım yıllarda bir akşamüstü İlhan Selçuk, o gün çıkan bir yazımı okuduktan sonra başını kaldırıp uzun uzun yüzüme bakmış, sonra da şöyle demişti: “Bizim yazılarımızın çoğu güncelliğini neredeyse hiç yitirmiyor. Ne kadar acı!”

İlk anda tuhaf gelmişti “Ne kadar acı!” yakınması. Ama sonra anlamıştım. Güncel sorunlar üzerinde odaklaşan yazıların güncelliğini yitirmemesi, ele alınan sorunun varlığını hâlâ sürdürdüğü anlamına geliyordu. Ve böyle bir durumda sorunun hâlâ çözümlenmemiş olmasından kaynaklanan üzüntü, yazının uzunca bir zamandan bu yana güncelliğini korumasının yol açtığı memnuniyeti neredeyse bütünüyle gölgeliyordu.

“Sanatı öldürmek, sevgiyi öldürmektir!” başlıklı yazım için de durum böyleydi. Bu yazıyı birkaç yıl önce, Bilge Karasu’nun “Halûk’a Mektupları”nın Metis Yayınları tarafından yapılan yeni basımının ardından kaleme almıştım. Ve bugün yazıyı okuduğumda, orada söylenenlerin hâlâ bütün ‘bugünler’ için geçerliliğini koruduğunu gördüm.

Sorunun yitip gitmeme inadına bir karşılık olarak, ben de yazıyı bir kez daha alıntlıyorum:

“Metis  Yayınları’nın elleri varolsun!

Tam zamanında Bilge Karasu’nun “Halûk’a Mektuplar”ının yeni basımını yaptı.

Önce 16/6/64 tarihli mektuptan uzunca, ama doğrudan bugünkü konumuza ait bir alıntı:

“…Oysa parıltıları, güzellikleri günlerimizin, pamuklarla sarılarak saklanmamalı Halûk! Onları güneşe, açık havaya, tuzlu rüzgârlara çıkarmalı, açmalı, sere serpe sermeli kumların üzerine. Güzellik karşılaştırılmaktan değil, karşılaştırılmamaktan korkmalı, parıltı aydınlıktan çekinmemeli. Karanlıkta parıldayan şey çoktur. Ateşböceği değil bizim istediğimiz. Çeliği, camı, tuzu, kayayı, taşı, kumu istemeliyiz. Hepsi kırılabilir, ama hepsi sert, hepsi dayanıklı. Kendince belki. Kayatuzu ufalanır. Çakıl ıslatılınca daha bir güzel olur. Cam, ne olduğunu bilmediğim bir katsayının ötesinde kırılır. Ama hepsi ışıkta güzel, ölçülü, sorumlu, ne istediğini bilen, sınır tanıyan basınçlarda sert, yani sağlam. Çık, denize de git. Günlerimizin sence de bir parıltısı olduğuna göre, onları an. Belki bana da uzanır gelir o anmaların dalgaları, belki aynı anda, o anının bir yerinde ellerimiz yeniden kenetlenir. – Koza ürkütücüdür Halûk. Kozadan çıkalım. Rahatının bozulmasını istemem. Ama rahatı, rahatlığı, kozada olunduğu için değil de, gücünün de zayıf noktalarının da farkına varıldığı, bilincine de, bilgisine de erişildiği, güvenildiği, güven duyulabildiği için bulmak daha güzel değil mi?”

Elbet daha güzel.

Elbet güzellik karşılaştırılmaktan değil, karşılaştırılmamaktan korkmalı.

Elbet parıltı, aydınlıktan çekinmemeli.

Ve elbet koza, ürkütücüdür, hele güzelliğin ve sevginin zindanı olmaya soyunmuş bir koza ise!

Ama ‘onlar’, yani bugün bu iklimde, bu topraklarda, bu toplumda sevgiyi öldürmek peşinde olanlar, böyle güzelliklere hiç aldırmıyorlar.

Evet. Şimdi onların ‘sanatı öldürmek peşinde oldukları’ söyleniyor. Gelgelelim doğru değil bu. Çünkü ‘onlar’, sanatın ne olduğunu bilmiyorlar ki canına kıymaya kalkışsınlar! Aranızdan kaçınız, ‘onlar’dan kaçının bir tiyatroya, bir konsere, bir operaya gittiğine tanık oldunuz? Kaçınız, onlardan kaçına sergilerde rastladınız? Kaçının evinde bir ‘dünya edebiyatı kitaplığı’ vardır dersiniz?

Hayır. Onlar aslında bilmedikleri bir şeyi, yani sanatı öldürmeye kalkışmıyorlar. Bilmiyorlar ama, akılları her gerçek sanatın, her gerçek sanat eserin adına sevgi dediğimiz o uçsuz bucaksızlığın yansımaları olduğunu anlamaya yetiyor.

Ve işin püf noktası, işte burada: Sanatın ne olduğunu bilmeyen ‘onlar’, sevginin bütün önyargıların, karayargıların, taş kesilmiş inançların düşmanı, fakat insanı insan kılan ne varsa hepsinin içinde yaşayabileceği tek iklimi olduğunu biliyorlar. Ama öte yandan öylesine bir körleşmenin içindeler ki, sevgisiz kılınmış bir insanlığın doğada bir benzeri daha bulunmayan korkunç bir türe, hemcinsinin ciğerini yemekle öğünen bir türe dönüştüğünü göremiyorlar!

Meyse ki bilmedikleri, bilemeyecekleri bir şey daha var: Sevginin kanına ne kadar girilirse girilsin, günün birinde sevmesini bilen eller mutlaka sanat eserlerinde birbirine kenetlenir; ve insanlığın tarihinde bunu sonrasız engelleyebilen bir iktidar, bugüne kadar görülmemiştir!”

Yazı, burada bitiyor. Bugün de geçerliliği konusunda karar, elbet okurların!