Salgın sürecinde sinema ve dijital platformlar: Bu dönemde sinemaları biraz özlesek iyi olur

Yeni tip koronavirüs salgının Türkiye’ye de sirayet etmesinin ardından faaliyetleri çok gecikmeden durdurulan işletmeler arasında sinema salonları ve tiyatrolar gibi kültür-sanat mekanları da yer alıyordu. Toplu seyir pratiğine dayalı kültürel faaliyetlere derhal set çekilirken “üretimin sürmesi” adına örneğin “betona yatırımların”, yani inşaat faaliyetlerinin halen sürmesindeki, toplu çalışılan şantiyelerin halen açık olmasındaki ironi bir yana, sinema salonlarının içinde bulunduğumuz bu dönemde kapatılması kamu sağlığı açısından kaçınılmazdı. Zaten bu mecrada bir yasak gelmese dahi sinema salonları muhtemelen bu ortamda seyirci sayılarında yaşanacak radikal azalmadan, hatta seyircisizlikten dolayı faaliyetlerini kendiliklerinden tatil edeceklerdi. Bu arada İstanbul’un bağımsız sinemalarının önde gelenlerinden Beyoğlu Sineması’nın yasak kararı alınmadan önce kendi inisiyatifiyle faaliyetini durdurmuş olduğunu ve çalışanlarını ücretli izne çıkardığını not edelim.

Salgının ve önlemlerin ne kadar süreceğinin en azından Türkiye özelinde belirsizliğini koruduğu bu günlerde, salgın sonrası sinemanın akıbetine ilişkin dikkat çekici bir gerilim ve tartışma şimdiden yaşanmaya başlandı. Malum, içinde bulunduğumuz dönemde sinemalarda gösterime girmeleri planlanmış bütün filmlerin vizyon tarihleri ertelenmiş durumda. Bu koşullar altında yalnızca yapımcılar ve sinema salon sahipleri değil, dağıtımcılar da iş yapamaz durumdalar. İşte bu noktada bağımsız filmlerin önemli dağıtımcılarından Başka Sinema, vizyon tarihi ertelenmiş filmlerinin bazılarını BluTV adlı platformda ücretli olarak izlenmeye açacağını ve elde edilecek gelirin bir bölümünün Başka Sinema filmlerine ev sahipliği yapmış sinema salonlarına aktarılacağını duyurdu.

Başka Sinema’nın bu uygulamasına ilk tepki gösterenlerden biri yeni kuşak yapımcı-yönetmenlerden Tolga Karaçelik oldu. Karaçelik, kişisel Twitter hesabından “bu iyi niyetli adım belki yarardan çok zarar yaratacaktır. Biraz sinemaları özlesek mi bu dönemde?” diye sordu. Çok geçmeden Sinema Salonları Yatırımcıları Derneği (SİSAY) başkanı ve Ankara’daki Büyülü Fener sinemaları kurucusu, Ankara Film Festivali yöneticisi İrfan Demirkol ise daha net ifadelerle bu uygulamanın “salonlara faydadan çok zarar vereceğini” SİSAY başkanı sıfatıyla yaptığı bir açıklamada ifade etti.

Bu arada Başka Sinema’nın BluTV yayını üzerinden elde edeceği gelirden sinema salonlarına ayırdığı payın çok düşük bir oran olduğunu ama tartışmanın işin bu yönüyle ilgili olmadığını kaydedeyim. İtirazlar, Demirkol’un ifadesiyle bu uygulamanın “kendi ayağına kurşun sıkmak” olduğu argümanına dayanıyor. Aslında Başka Sinema’nın pazar payı çok küçük, yüzde 1’in bile altında ve hatta en azından ilk elden BluTV’ye verdiği filmler de Başka Sinema ölçeğinde dahi pek öne çıkan filmler gibi görünmüyorlar (ayrıca söz konusu filmleri dijital platformda izleyeceklerden talep edilen ücretin de sinemaseverler nezdinde dijital platform ücret standartlarına göre yüksek bulunduğu ve dolayısıyla sürdürülebilirliğinden kuşku duyulduğu sosyal medyada konuşuluyor). Ancak Başka Sinema’nın başlattığı bu uygulamanın  örnek alınması ve yaygınlaşması durumunda sinema sektörünün kendi ayağına kurşun sıkmış olacağı ciddi ve haklı bir endişe.

Netflix piyasaya girinceye dek aslında dijital platformlarla sinema sektörü arasında uyumlu bir işbirliği vardı; çünkü, Amazon gibi diğer platformlar bünyelerindeki filmleri sinemalardaki vizyon süreci doygunluğa ulaştıktan sonra dijitalde izlenmeye açıyorlardı. Ancak sektöre sonradan ve güçlü biçimde giren Netflix, hasmane rekabet sayılabilecek bir tarzda bu teamüle uymayınca işin rengi değişti. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu kimi ülkeler sinema sektörünü koruma doğrultusunda, vizyona giren bir filmin dijital platformlarda gösterimini belli vadelere bağlayan yasal zorunluluklar devreye sokmuş durumdalar.

Salgın koşullarında bütün filmlerin vizyon tarihlerinin ertelenmesi ise, eşi benzeri görülmedik bir fiili durum yaratarak an itibariyle ve belirsiz bir süre için meydanın dijital platformlara kalmasına yol açtı. Ne zaman gerçekleşir bilinmez ama salgın sona erip sinema salonları tekrar açıldığında izleyicilerin seyir alışkanlığının dijital platformlar lehine daha da dönüşmüş olabileceği gibi bir risk mevcut. Bunun panzehri ise, Karaçelik’in ima ettiği gibi sinemaya özlemin depreşmesi olabilir. Sinemalar açıldığında salonların elinde ‘özlemle beklenen’ filmlerin hazır olması da bu açıdan gerekli. Ancak salgın döneminde dijital platformlarda eski / yakın tarihli filmlerin yeniden keşfedilmesinin ötesinde vizyonu ertelenmiş filmlerin de bu platformlarda tüketilmesi sinema işletmecilerinin işini gerçekten de zorlaştıracak bir handikap olur, salgın döneminde yeni film üretimi de durmuş olduğu için.

Öte yandan kendilerine salgın koşullarında devlet desteği verilmeyen sinemacıların, özellikle mali yönden güçlü olmayan bağımsız yapımcı ve ithalatçı / dağıtımcıların ellerindeki filmleri herhangi bir gelir elde etmeden, ne zaman sona ereceği belirsiz bir vadede çok uzun süre rafta bekletmekte zorlanabilecekleri de işin diğer yönü.

“Biraz sinemaları özlesek mi bu dönemde?” sorusunun yanıtının ne olması gerektiği –yazımın alt başlığında ifade ettiğim üzere- açık. Bu özlemle bekleme döneminin tüm bileşenlerce az sancıyla atlatılabilmesi için sosyal devlet sorumluluğunun sinema bileşenleri nezdinde yerine getirilmesi de elzem.