Salgın günlerinde Das Kapital

Dünyayı kasıp kavuran bir salgının tam ortasındayken kalkıp Kapital’den bahsetmenin biraz garip görüneceği belli. Öte yandan, sadece tıbbi bir sorunla değil, aynı zamanda toplumsal bir sorunla, yani kapitalizmle karşı karşıya olduğumuz da açık. Virüsün hücresel yapısı, bulaşma yolları, etkileri vb. tıbbi bir konu olabilir; ama somut insan bireyleri olarak bu virüsle hangi iktisadi, siyasal veya kültürel koşullar içinde tanıştığımız baştan sona toplumsal bir konu.

Daha önemlisi ise, şimdi uğraştığımız bu salgın belası geride kaldıktan sonra olacaklara dair öngörüler geliştirmek. Öyle ya, ne kadar sürerse sürsün, tarihteki tüm salgınlar gibi bu salgın da bir noktada sona erecek. Geriye kalanlar (ya da hayatta kalanlar, diyelim) yine çeşitli iktisadi, siyasal veya kültürel koşullar içinde yaşamaya devam edecek.

Bunların, salgın öncesindekilerle aynı koşullar olacağı söylenebilir mi?

Olgulara akılcı bir perspektiften bakıldığında, bizi bu salgının önüne bu ölçüde korunmasız biçimde atan kapitalist sistemin kökten biçimde yıkılması gerektiği açık. Ancak, kapitalizmin böylesi bir akılcılıkla hareket etmediğini, onun “akılcı” tavrının sermayeyi, serveti, karı artırmaya yönelik olduğunu biliyoruz. O halde, kökten değişimin, yani kapitalizmin yıkılmasının emekçi halkların gündemi ve işi olması gerektiği belli.

Ama biz yine de öte tarafa, kapitalizme bakmaya devam edelim. Gerçekten de bizi bugünlere getiren bu sistemin sahipleri, salgından sonra da aynı koşulların devam etmesini istiyorlar mı?

Bu soruya hem “evet” hem de “hayır” dememiz gerekir. Evet, çünkü kapitalist sistemin halihazırdaki işleyişine, devletlerin salgınla baş etme stratejilerine, sağlık sistemi başta olmak üzere kamu hizmetlerinin halka sunulma biçimlerine vb. baktığımızda, sermaye sınıfı için mevcut koşulların devam ettirilmesinin esas olduğunu söyleyebiliriz. Hayır, çünkü salgının yarattığı küresel tahribat, aynı zamanda sermaye sınıfı için bir “yaratıcı yıkım” fırsatı olarak hayli iştah kabartıcıdır ve sermaye sınıfının bu lokmaya el uzatmayacağını düşünmek için hiçbir neden yoktur.

Yani, eğer emekçi halkların gözle görülür ve ısrarlı bir dayatması olmazsa, kapitalizm, salgından önceki koşulları bir adım daha ileri taşıyarak devam ettirmeyi seçecektir. Eşyanın (veyahut sermayenin) doğası bunu gerektirmektedir çünkü. O ya da bu kişinin, yöneticinin, devlet başkanının fıtratından değil; bizzat “kapital”in fıtratından söz ediyoruz.

En genel düzeyde bakarsak, mevcut salgın ortamının yarattığı fırsatların iki yönde değerlendirileceğinin neredeyse kesin olduğunu söyleyebiliriz. Birincisi, sermayenin merkezileşmesi, yani tekelleşme. İkincisi ise, daha fazla sayıda insanın mülksüzleştirilmesi, yani işçileşme.

Şimdi Kapital’e bağlanıyoruz işte.

***

Marx’a göre, kapitalizmin temel özelliklerinden biri, kendi varlık koşullarını sürekli yeniden üretmesidir. Kapitalizmin en başta gelen varlık koşulu, bir tarafta sermayenin, diğer tarafta ise emeğin birikmesi olduğuna göre, süreç boyunca sermaye ve emek yeniden ve yeniden üretilir: Kapitalizm, “sadece meta, sadece artık değer üretmekle kalmaz, sermaye ilişkisinin bizzat kendisini, bir tarafta kapitalisti, diğer tarafta ücretli işçiyi üretir ve yeniden üretir.”

Demek ki, kapitalizmde, sermaye ve emek bir kere oluşup ondan sonra karşılıklı bir alışveriş biçiminde ilişki kurmazlar. Sermayeyi ve emeği üreten süreç, ki bu bir ve aynı süreçtir, sürekli yinelenir, yeniden üretilir; ve mümkün oldukça da genişletilmiş biçimde yeniden üretilir.

İkinci olarak ise, emeğin, sermaye için kullanışlı olan niteliğiyle üretilmesi gerekir. Bu nitelik, emeğin mülksüzleştirilmiş halidir. Başka bir deyişle, kendi geçimini sağlamak için hiçbir üretim aracına sahip olmayan, bunlardan koparılmış, yoksun bırakılmış; hayatta kalabilmek için emek-gücünü satmak dışında hiçbir imkanı kalmamış emekçi olarak. Böylece, kapitalizm, “işçinin sömürülmesinin koşullarını yeniden üretir ve ebedileştirir. İşçiyi, sürekli olarak, yaşayabilmek için emek gücünü satmaya zorlar ve kapitalisti, sürekli olarak, zenginleşmek için bu emek gücünü satın alabilecek duruma getirir.”

Ancak, burada şu soru akla gelecektir: Kapitalizm, bu kadar geniş ölçekte mülksüzleştirilecek nüfusu nereden bulacak? Ve bir başka soru: Kapitalizm, bu kadar fazla işçi arzını ne yapsın?

Kapital’e geri dönelim.

Kapitalist üretim sürecinin işleyişi, her ne kadar rekabeti esas alsa da sürekli bir tekelleşme eğilimindedir. Yani rekabet, hangi aşamalardan geçerse geçsin, sonunda “büyük sermayelerin küçüklerin hakkından gelmesine” varacaktır. Diyalektik bir ifadeyle söylersek, rekabet, kendi karşıtını (tekelleşme) içinde barındırmaktadır.

Bu açıdan bakıldığında, öncelikle perakende satıcı, dükkan sahibi, yerel üretici, kendi hesabına çalışan vb. olarak sınıflandırılabilecek değişik kesimlerin salgınla birlikte çok güçlü bir mülksüzleşme/işçileşme dalgasına kapılacaklarını öngörmek zor olmasa gerek. Zaten işten çıkarmalar sonucunda işsiz nüfusun katlanarak artacağı beklenirken, bir de şimdiye kadar geçimini kendi imkanları ile sağlamayı başaran bir başka topluluğun da işsizler ordusuna katılacak olmasıdır söz konusu olan.

İyi de Marx’ın “artık nüfus” veya “yedek sanayi ordusu” dediği işsiz kalan nüfus ne anlama gelmektedir?

Yedek işgücü ordusu, “kapitalist gelişmenin zorunlu bir ürünü” olmanın ötesinde, “kapitalist üretimin kaldıracıdır” da aynı zamanda; “mutlak olarak sermayeye ait olan” ve “kullanılmaya hazır yedek sanayi ordusu”dur. “Her an sömürülmeye hazır insan malzemesi” anlamına gelen bu yedek işgücü ordusu, doğrudan doğruya işçi sınıfının parçasıdır.

Artık nüfus veya yedek sanayi ordusu, sadece kullanılmaya hazır halde olduğu için değil, aynı zamanda artık-değer üretiminin ihtiyaçlarına hizmet ettiği için de sermayeye aittir. Evet, istihdam edilmemekte; ama yine de artık-değer üretimine hizmet etmektedir. Çünkü, kendisi istihdam edilmese de istihdam edilenler üzerindeki sermaye egemenliğinin yoğunlaştırılması için kullanılmaktadır: “Yedek sanayi ordusu faal sanayi ordusu üzerinde durgunluk ve orta karar refah dönemlerinde baskı unsuru olur, aşırı üretim ve coşkunluk dönemleri sırasında faal sanayi ordusunun taleplerini dizginler.” Yedek işgücü ordusu, kimi zaman baskıyla kimi zaman dizginleyerek, ama sonuçta mutlak olarak emeğin koşullarını sermayenin sömürü hırsına uygun düşen sınırlar içinde tutar.

Salgının da ipuçlarını verdiği gelişme, Das Kapital’in yedek sanayi ordusuyla ilgili çözümlemesinin sonuçlarıyla örtüşmektedir: “Yedek sanayi ordusu ne kadar büyükse, resmî yoksulluk da o kadar büyük olur. Bu, kapitalist birikimin mutlak, genel yasasıdır.

***

Buradan Kapital hakkında bir seminer çıkarmak değil niyetimiz. Sadece, içinden geçtiğimiz salgın günlerinin tıbbi bir konudan ibaret olmadığını, kapitalizmin işleyiş tarzı ve mantığı açısından değerlendirilmesinin mümkün olduğunu ve salgın sonrasında karşı karşıya kalma ihtimalimizin çok güçlü olduğu kimi olguların ipuçlarının şimdiden saptanabileceğini göstermeye çalıştık.

Bu eğilimler, halk tarafından karşıt birtakım eğilimlerle geri püskürtülmediği sürece, insanlığın salgından sonraki toplumsal ve kişisel yaşamına yepyeni bir karanlığın çökmesi anlamına gelmektedir. Yoksulluk, işsizlik, sefalet, toplumsal bağ biçimlerinin çözülüşü, sosyal ilişkilerin kuralsızlaşması vb. gibi riskler salgın sonrası dünyayı beklemektedir.

O nedenle, şimdilerde ve şimdiden, bu eğilimleri tastamam saptayıp çözümlemek ve halk içinde gözlenen dayanışmacı eğilimleri güçlendirerek salgın sonrasının muhalefet zeminini kurmak üzerinden atlanamayacak ölçüde ciddi bir görevdir.

Tüm alıntılar için:

Karl Marx: Kapital – Ekonomi Politiğin Eleştirisi, I. Cilt, Çeviren: Mehmet Selik ve Nail Satlıgan, Yordam Kitap, İstanbul: 2012.