Said Nursî, Abdülhâkim Arvâsî, Erbakan, Erdoğan ve Siyasal İslâm (*)

Türkçülük de İslâmcılık da sağ ideolojinin muhafazakâr, temsil yetkisinin millet adına kendisinde olduğunu var sayan kodlarında içkindir. Türk ırkının ve milletinin yüceliği ilkinde, Allah’ın yüceliği ve hükmedici varlığı ikincisinde baskındır.

Sağ ideoloji Türk-İslâm sentezine evrilirken; Türkçülük -zaman zaman göz kırpsa da- ırkçı turancı ideallerinden, İslâmcılıksa -ılımlılıkla radikallik arasında salınan bir hat üzerinde- şeriat ve İslâm Devleti ütopyasından eksilerek bugüne gelmiştir.

Askerî darbe dönemlerinde temsil edildikleri kurumlar kapatılmış olsa da Türk-İslâm sentezine kan veren her iki ideoloji de “devlet”le olan ilişkilerinde esnek, zaman zaman kantarın topunun kaçtığı, sahiplenici bir siyasal hat izlemiş, hemen her dönemde merkez sağ iktidarların gizli-açık ortağı olarak hareket etmiştir.

Tipik örnekleri Milliyetçi Cephe (MC) hükümetlerinde görüleceği üzere; gerek Demokrat Parti’nin on yıllık iktidarında gerek takip eden merkez sağ hükümetler döneminde Tükçü-milliyetçi eğilimler ağır basarken, 2000’li yılların başından itibaren İslâmcı kesimlerin devlete sirayet eden varlığı daha önce hiç olmadığı kadar devlet dilinin dinsel referanslarla buluşmasına yol açmıştır.

Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nin Milliyetçi Hareket Partisi’ne dönüşümünü takip eden süreçte Türkçü-milliyetçi çevrelerdeki dalgalanma, özellikle devlete tabiyet anlamında stabil hale gelmiş, İslâmcı çevrelerdeki dalgalanmaysa İslâm devleti idealine kâh yaklaşıp kâh uzaklaşarak günümüze kadar devam etmiştir.

İslâmî hareketin Said Nursî’den Fethullah Gülen’e, Necmettin Erbakan’dan Recep Tayyip Erdoğan’a uzanan tarihsel gelişim seyri içinde; cemaatler, tarikatlar ve siyasi partiler İslâm’ın genel yararı ilkesinden hareketle çatışmalı bir görünüm vermekten kaçınmış; bununla birlikte konu İslâm adına doğruyu kimin temsil ettiği noktasına geldiğinde hem sözel hem fiilî anlamda birbirlerine kılıç çekmekten geri durmamışlardır.

Bu cümleden de anlaşılacağı gibi; tek bir İslâmî anlayış yoktur ve aslında İslâm birliği diye bir şey de yoktur.

KÖKTENDİNCİLİK VE ILIMLILIK, İSLAMCILIĞIN İKİ AYRI VEHÇESİDİR

İslâm’ın Kur’an-ı Kerim’de tefsir edilmiş haliyle siyasi, hukuki ve ekonomik bir bütünlük içerdiği anlayışı siyasal İslâmcılığın düşünsel temelini oluşturmakla birlikte dünya geneli için geçerli değişkenlik ve farklılık, ülkemiz siyasal İslâmcıları için de geçerlidir.

Türkiye’de İslâmî hareket, değişik evrelerden geçerek bugüne gelmiştir. İslâm’ın Asr-ı Saadet dönemine dönülmesini savunan görüşler ve değişen çağın gereklerine göre yorumlanması lâzım geldiğini savunan görüşler arasındaki farklılıklar dün olduğu gibi bugün de varlığını sürdürmektedir. (1)

Şu bir ön kabuldür:

Siyasal İslâm; İslâm dinini bir ideoloji olarak benimseyen, kişisel davranışların düzenlenmesi de içinde olmak üzere onun öncülleri ve öğelerini gündelik hayata teşmil eden, Kur’an-ı Kerim’in emrettiği gibi bir düzenin hayatın her anında ve her yerde yaşanması gerektiğini savunan bir dünya görüşüdür.

Kendisini bu görüşle bağlayan bir siyasal İslâmcıya göre hayat bir görev ve hedefler toplamından ibarettir. İslâmcı cenahın ideologlarından Ali Bulaç, bu görev ve hedefler toplamını şöyle sıralar:

1- Kur’an-ı Kerim'i iyi anlamak ve sünneti gerektiği gibi yerine getirmek.

2- İçtihadın geri dönmesi.

3- Cihat anlayışının yapılandırılması ve cihat çağrısının gerçekleştirilmesi. (2)

Görev ve hedeflerin yazılı ve sözlü bildirimlerde böylesine açık şekilde tarif edilmesine karşın; Türkiye’de İslâmî hareket, değişen koşullara kendisini uyarlayan bir siyaset izlemiştir. Tek parti döneminde siyasetini ve sözünü inançlı müslümanların varlığını korumak üzerine kuran siyasal İslâmcılık, DP döneminde cemaat ve cami dernekleri üzerinden biriktirme ve partileşme, '60 sonrasıysa kitleselleşme aşamalarından geçen bir süreç yaşamıştır.

Yüz yıla yayılan bu süreç zarfında birçok isim İslâmcılık adına söz almış, içtihadı kendine göre yorumlamıştır. Bu isimler içinde etkisi bugüne kadar devam edenlerden biri müridlerince “Bediüzzaman” (Zamanın Harikası) olarak anılan Said Nursî, diğeri Nursî’yle aynı dönemde yaşamış Abdülhâkim Arvâsî’dir. Başta Erdoğan olmak üzere AKP ileri gelenlerinin yere göğe sığdıramadıkları Necip Fazıl ve bütün sağ hükümetlerle uyumlu bir ilişki kurmuş olan Işık tarikatının kurucusu Hüseyin Hilmi Işık, Arvâsî‘nin talebesidir. (3)

Said Nursî ve Arvâsî şeriat bahsinde benzer düşünmelerine rağmen izlenecek yol ve bunun gündelik siyasete karşılık düşen biçimlerine ilişkin farklı düşünceler içinde olmuşlardır. (4)

Nursî ve Arvâsî arasındaki temel ayrım noktalarından en önemlisi Abdülhamit’e ve meşrutiyete bakışla ilgilidir. “Molla Said-i Meşhur”, “Said-i Kürdî” lakaplarıyla da anılıp bilinen Said Nursî, Arvâsî‘den farklı olarak meşrutiyetle özgürlük esasına göre biçimlediği bir ilişki kurmuş; “Meşrutiyet-i meşrua” sloganıyla II. Meşrutiyet'i desteklemiştir. Tarihe “31 Mart Vakası” olarak geçen ayaklanma sırasında, isyancıların yatıştırılması için meşrutiyetin İslâm’a aykırı olmadığı yönünde söylevler vermiştir. İstiklâl Savaşı'nı cihat, mücadele edenleri mücahit olarak gören Nursî, Birinci Dünya Savaşı’na gönüllü alay komutanı olarak katılmış, 1922 yılında Birinci Meclis içinde yer almıştır. (5)

RİSALE-İ NUR VE 'AHİR ZAMAN DECCALLARI' OLARAK BOLŞEVİKLİK VE LAİKLİK

Birinci Meclis bir ittifaklar meclisidir, bir süre sonra ayrılıklar gün yüzüne çıkar. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının devlet tasavvuruyla Said Nursî’nin tahayyülündeki dini ve siyasi anlayış örtüşmez. Nursî, Medreset-üz Zehra idealini gerçekleştirmek için Erek Dağı’nda inzivaya çekilir. Osmanlı döneminde, toplumu değiştirmek için siyasi çalışmalar yürüten, toplumsal ve siyasi hayatla ilgili makaleler yazan Nursî, Cumhuriyet sonrası dönemde kendisini “Cemiyetin imanının kurtarılmasına” adar. İçinden geçilen zaman “ahir zaman”dır çünkü ve bu zamanın en büyük fitnesi imansızlıktır. Risale-i Nur’u “iman ve Kur’an hizmeti” adını verdiği bir görevler toplamı üzerine inşa eden Nursî’ye göre laiklik, en büyük ahir zaman fitnelerinden biridir. Ve şüphesiz ki bir imansızlık yayıcısı olarak gördüğü Bolşeviklik, “ahir zamanın en büyük deccalı”dır. Bir başka deccal olan milliyetçilikse “mutlak surette uzak durulması gereken bir zehr-i katil”dir.

Tarafsızlığı inançsızlıkla eşdeğer gören ve mutlak adaletin şeriatla gerçekleşeceğine inanan Nursî, “Tarikat kurmak, inkılaplara muhalefet etmek ve dinî duyguları istismar etmek” suçlamalarıyla defalarca soruşturmaya uğrar, 30’lu ve 40’lı yıllar boyunca sürgün ve mahpusluk yaşar. Her ne kadar doğrudan siyasete mesafeli dursa da “varlığını Müslümanlar için bir fırsat” olarak gördüğü DP döneminde Menderes’e mektup yazacak kadar kendini hükümete yakın görür. Risale-i Nur, DP iktidarında on binlerce, yüz binlerce basılıp dağıtılır. 1950’li yılların sonlarına doğru Nurculuk, memleketin değişik yerlerinde ilişkileri olan örgütlü bir cemaat yapılanmasına dönüşür.

Nurcuların ve diğer tarikat ve cemaat mensuplarının önü 27 Mayıs 1960’ta kesilir ama daha sonra iktidara gelen merkez sağ hükümetler tarafından bu kesinti fazlasıyla telafi edilir.

Tam bu noktada daha önce altını çizdiğimiz bir noktayı hatırlatmakta fayda var: Ilımlılık ya da köktendincilik İslâmcılığın değişik veçheleridir. İslâmî cemaatler ve tarikatlar, güç odaklarıyla kurdukları ilişkinin doğasına uygun olarak hemen her dönemde Türk sağıyla ve merkez sağ partilerle iç içe, iltisaklı olmuştur. (6)

DP’den AP’ye, ANAP’tan DYP’ye bütün sağ partiler siyasal İslâmcılığın içinde serpilip geliştiği bir yatak, yer yer de içine gömülüp sözünü o merkezden söylediği, yaydığı bir kürsü görevi görmüştür. Egemenlerin çok sevdiği tabirle; merkez sağla İslâmcılık etle tırnak gibidir, kimin diğerini öncelediğini kestirmek zordur. Kullanılan siyaset dili, seslenilen kitle, kültürel doku, inanılan değerler öylesine iç içe, öylesine benzerdir.

Bu anlayışın en tipik, ilk ve en güçlü örneği, yukarıda belirtilen Nursî-Menderes ilişkisinden de anlaşılacağı gibi DP’dir. 1946 yılında kurulan DP, Menderes’in ismini ağızlarından düşürmeyen AKP kurucuları gibi özgürleşme vaatleriyle iktidara gelmiş ama bir süre sonra “siz isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz” kertesine tahvil olan İslâmcı retoriği bir siyaset dili olarak kullanmıştır. Bu söylemde onlar adına söz üretilen dinsel siyaset merkezlerinin kendi partilerini kurmuş olmalarının da rolü vardır. (7)

İSLAM KORUMA PARTİSİ'NDEN SAADET PARTİSİ'NE

İSLAMCI PARTİLERİN AÇILIP KAPANMALI YOLCULUĞU

İslâmî değerlerin tüm toplumsal yaşama egemen olmasını savunan ilk siyasal parti, DP ile aynı yıl kurulan İslâm Koruma Partisi’dir (İKP). Dinin elden gittiğiyle ilgili şayialar üzerine kendisini bina eden İKP, içinde “İslâm” sözcüğü geçen ilk partidir. İKP’yi İslâm Demokrat Partisi (1951) ve Milli Nizam Partisi (1970) izlemiştir. 

İslâmiyete göre meşru otorite, Allah’ın iradesini yansıtan otoritedir. Tilmizi ve halefinin “zamanı geldiğinde inilecek tren”, hocası ve selefininse “kanlı mı kansız mı kurtulunacağı” konusunda fikir teati ettiği “demokrasi” bahsi, İslamcılar için hemen her dönemde mevcut yasalarla çelişen, karşıt düşünce ve davranış pratiklerine zemin olmuştur. Milli Nizâm Partisi’nin (MNP) kuruluş beyannamesinde yer alan; “milli ve manevi kalkınma, Hak’ka bağlılık, yörüngesinden sapmış şanlı yürüyüşü yeniden tarihi yörüngesine oturtma” biçiminde özetlenebilecek olan “Milli Görüş”, daha sonra Milli Selamet Partisi (MSP); Refah, Fazilet ve Saadet Partileri tarafından da bir program dahilinde sahiplenilmiştir. Anayasa Mahkemesi’nin MNP’nin kapatılmasında öne çıkan “Laik devlet niteliğinin ve Atatürk devrimciliğinin korunması prensiplerine aykırı olduğu” gerekçesi, devam partilerinin de kapatılmasına esas oluşturmuş; “Laik Cumhuriyete aykırı beyanları”, “Parti görevlilerin laiklik karşıtı eylemleri, devletin kurucusuna karşı hakaret ve türbanla ilgili izlemiş oldukları siyaset” gibi ek gerekçelerle MSP, Refah ve Fazilet Partileri kapatılmıştır. (8)

İslâmcı partiler ilginç bir şekilde askerî darbe dönemlerinden güçlenerek çıkmıştır. 12 Mart’ı takip eden süreçte MNP’nin yerine kurulan MSP (1972); 1974 yılında Bülent Ecevit başkanlığındaki koalisyon hükümetinde ve Milliyetçi Cephe hükümetleri içinde yer almıştır. 12 Eylül sonrasında kurulan Refah Partisi ise (1983) “Önce ahlâk ve maneviyat, ağır sanayi ve millî kalkınma” söylemiyle muhafazakâr dinci kesimin ilgisini üzerine çekmiş; “Adil düzen” vurgusuyla oylarını artıran RP, '94 yerel seçimlerinde İstanbul ve Ankara belediye başkanlıklarını kazanmış, '95 genel seçimlerinden 158 milletvekiliyle birinci parti olarak çıkmış ve Erbakan başkanlığında kurulan '96-97 Refahyol Koalisyon Hükümeti'nin güçlü ortağı olmuştur.

28 Şubat’ı takip eden aylarda Erbakan’ın istifasıyla birlikte Refahyol hükümeti dağılmış, ardından da RP, Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmıştır. Hemen akabinde RP’nin yerine Fazilet Partisi (1997); onun da dört yıl sonra kapatılması üzerine yine Erbakan başkanlığında Saadet Partisi (2001) kurulmuş; Saadet Partisi’nin (SP) kuruluşundan bir ay sonra da 14 Ağustos 2001 tarihinde “rahatsız genç İslâmcılar” tarafından kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP); siyaset sahnesindeki yerini almıştır. (9)

AKP’nin 2002 seçimlerinde iktidara gelmesiyle birlikte İslâmcı hareket ve Türkiye başka bir yola girmiştir.

“28 Şubat mağduriyeti”ni tepe tepe kullanan İslâmcılık, Erdoğan’ın okuduğu bir şiir üzerinden kişisellik yanı öne çıkartılan bir mağduriyet hikâyesi yaratmış, bizzat en milliyetçi-devletçi kesimin yolu açmasıyla da “ılımlı İslâm” formunda “durmak yok, yola devam” demiştir.

Kendisini bir dava partisi olarak sunan AKP’nin lideriyse zaman içinde liberal demokrat muhafazakârlıktan taraf olmayanın bertaraf olacağı bir söyleme ve nihayetinde “ümmetin liderliği”nden -yeni türde bir oligarşinin ihtiyaç duyduğu otoriter bir karaktere- “Reis”liğe terfi etmiştir.

(Devam edecek...)

(*) Bu yazı, “Türk-İslâm Sentezi” içerikli dizi metinlerin beşinci bölümüdür.

------------------------------------------------

1- Arapça asr (zaman, çağ) ve saadet (mutluluk, bahtiyarlık) kelimelerinden oluşan asr-ı saadet, “mutluluk dönemi, insanların en bahtiyar oldukları çağ” anlamına gelir. İslâm peygamberinin yaşadığı, İslâmiyet’in tebliğ edildiği ve tam anlamıyla uygulandığı zaman dilimini ifade eden asr-ı saadet dönemi, Müslümanlar tarafından özlemle anılan bir dönemdir.

2- “Kötü İslâmcılık yoktur, az İslâmcılık vardır” diyerek İslâm’ı bütün yanlışlardan âzâde tutan, yanlış ve kötülüklerin sorumluluğunu uygulayıcılara yükleyen Zaman gazetesi yazarı Ali Bulaç, 15 Temmuz askerî darbe girişimi sonrasında "silahlı terör örgütü üyeliği" suçlamasıyla tutuklandı. 22 ay tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakıldı. (Bulaç’ın daha çok İslâmî uygulama talep eden görüşlerine eleştirel bir bakış için bkz. Can Soyer’in yazısı, https://haber.sol.org.tr/medya/ali-bulactan-doz-ayari-kotu-islamcilik-yoktur-az-islamcilik-vardir-haberi-58494)

3- Arvâsî, Kadirî tarikatına bağlı olarak faaliyet gösteren ve “Arvas seyyidleri” diye tanınan köklü bir aileye mensuptur. Said Nursî ile aynı dönemde yaşamıştır. Eyüp’teki Kâşgarî Dergâhında şeyhlik ve Kâşgarî Camii’nde imamlık ve vâizlik yapmıştır. 1930 yılında Menemen olaylarıyla rabıtalı görülerek tutuklanan Abdülhâkim Arvâsî daha sonra serbest bırakılmıştır. Bir süre İzmir’de zorunlu ikâmete tabi tutulan Arvâsî’nin yayınlanmış çok sayıda risalesi ve Arapça, Farsça şiirleri vardır.

4- Nursî ve Arvâsî arasındaki görüş ayrılıkları vefatları sonrasında tilmizlerince de sürdürülmüştür. Her ne kadar 12 Mart askerî mahkemesi önünde Nurcu olmadığını beyan etmiş olsa da, cemaatini Nur külliyatından yararlanarak oluşturmuş olan Fethullah Gülen’le Arvâsî ekolünün güçlü temsilcilerinden Erdoğan arasındaki işbirliği, 15 Temmuz darbe girişimiyle birlikte yerini ölümcül bir ayrılığa bırakmıştır.

5- Nursî, Kürt milliyetçiliğine karşı mesafeli olmuştur. Kur’an-ı Kerim’de mealen; “Öyle bir kavim göndereceğim ki onlar Allah’ı sever, Allah da onları sever” cümlesinde işaret edilen kavmin Türk milleti olduğunu düşünen Nursî, Şeyh Sait’in kendisini destekleme talebini “din uğruna milyonlarca şehit vermiş bir millete kılıç çekmem” diyerek reddetmiştir.

6- Tarihsel iltisak sonraki dönemlerde de devam etmiş, örneğin bir dönem millî görüş çizgisinde siyaset yapan biri daha sonra aday gösterilme zorluğu yaşamadan merkez sağ partide siyasete devam etmiştir.

7- Menderes, 29 Kasım 1955 tarihinde, Demokrat Parti’nin Meclis grubunda yaptığı konuşmada, milletvekillerine hitaben bu ifadeyi kullanmıştır.

8- 1970’li yıllarda “Milli Görüş”ün hedefinde İslâmî bir düzen, şeriat vardı. Sıklıkla attıkları sloganlardan biri “İslâmî devlet kuracağız elbet” idi ki bu ve benzeri sloganlar 12 Mart’ta MNP’nin kapatılma gerekçeleri arasında yer alıyordu.

9- AKP’nin isminde “kalkınma” ve “adalet” sözcüklerinin geçirilmesinin bilinçli bir tercih olduğu söylenebilir. DP’de temsil edilen “kalkınmacılık”, fikri olarak sahiplenilirken Müslümanlara yapıldığı var sayılan adaletsizlikler mağduriyetle ilişkilendirilerek “adalet” sözcüğü ile karşılanmış, aynı zamanda yine “adalet” vurgusu üzerinden AP’ye göndermede bulunulmuştur. Tek başına bu bile Türk sağının nasıl bir süreklilik hattında durduğunu göstermesi açısından ilginç bir veri olarak kabul edilmelidir.