Ölümlerle, öldürmelerle dolu gündüzler ve geceler!
O gecelerden birinde, hâlâ hayata dair bir şeyler bulabilir miyim diye gözlerimi kitaplarımda gezdirirken, bakışlarım Sabahattin Eyüboğlu’nun “Mavi ve Kara”sına takılıyor. Çok başka zamanlarda, sanki hiç olmamış bir ülkede kaleme alınmış, hayata ve insanı insan kılan her şeye dair denemeler…
Hemen ilk deneme: “Bizim Anadolu”, ve daha ikinci paragrafta: “Bu memleket bizim olduğu için bizim, fethettiğimiz için değil. Aramızda dışarıdan gelmeler çoğunluk olsa bile – ki değil elbette – kaynaşmış, halleşmiş hepsi. Fetheden de biziz artık, fethedilen de. Eriten biziz, eriyen de. Biz bu toprakları yoğurmuşuz, bu topraklar da bizi. Onun için en eskiden en yeniye ne varsa yurdumuzda öz malımızdır bizim. Halkımızın tarihi Anadolu’nun tarihidir…Yetmiş iki dil konuşmuşuz Türkçe’de karar kılmazdan önce. Hepsinin tadı kalmış damağımızda. Aylarımızın, günlerimizin, köylerimizin, kentlerimizin adlarına bakın. Ne değişik eller, nde değişik halk oyunlarında tutuşmuş, ne horonlara, ne halaylara girmişiz. Doğu’yla Batı sarmaş dolaş olmuş bizim içimizde. Ya o ya bu değil, hem o hem buyuz biz…”
Böyle miyiz gerçekten?
Böyle miydik?
Moda’da geçen çocukluğum geliyor aklıma. İlkokul, ortaokul yıllarımız. Ve o zamanki bir grubumuz, on kişi kadar varız yanlış hatırlamıyorsam. Türk’ü, Ermeni’si, Rum’u, Yugoslav’ı, Avusturyalı’sı, Kürt’ü, Laz’ı, Çerkez’i, Müslümanı, Katoliği, Ortodoks’u, Protestan’ı … Hepimizin adı değişikti, ama bir gün bile aklımıza gelmedi adlarımız niye değişik diye sormak. Yalnızca Biz’dik, yalnızca çocuktuk, yalnızca insandık.
Sonra zamanlar değişti. Dağılmalar başladı. Uzaklara gidenler, gitmek zorunda kalanlar oldu içimizden. Her gidenle birlikte nasıl da yoksullaştığımızı ancak çok sonra anlayacaktık – ama artık çok geç olacaktı.
“Mavi ve Kara”da bir başka denemenin adı da “Halk”. O denemenin bir yerinde de şöyle yazmış Eyüboğlu: “Yunus da der ki, Pir Sultan da der ki, Karacaoğlan da der ki, bu topraklar bizim, Ayasofya da bizim, Troya da bizim, Hattuşaş, Gordiyon, Bergama bizim, Divrik Ulu Camii, Emir Sultan, kayalara oyulmuş kiliseler, Artemis’in göğsünde kabaran memeler, türlü inançların taşlara kazıdığı yazılar bizim…”
Bizimse bunların hepsi, biz bütün bunlardan yoğrulma isek, o halde nedir ve neden bunca ölüm? Nedir bugün televizyon kanallarından birinden seyreden herkesin suratına şamarların en ağırı gibi inen o Dağlıca topraklarında can çekişen gencecik askerin uzanıp yatmış görüntüsü. Gözleri kapalı, ve çevresinde o ölmesin diye çırpınan bir avuç insan. Aralarında Kürt’ü de var, Türk’ü de, korucusu da, hastabakıcısı da, koşup gelmiş köylüsü de. Ve hepsi yalvarmakta yerde yatan o gencecik yaralıya: “Ne olur uyuma! Sakın Uyuma!” Çünkü biliyorlar ki, uyuduğu an artık bir daha uyanamayacak. O yüzden, sanki ölmemek onun elindeymiş gibi, BİRLİKTE yalvarıyorlar: “Ne olur uyuma! Sakın Uyuma!”
BİR İNSAN ölmesin diye çırpınan İNSANLAR!
Sahi, kaç İNSAN kaldı bu ülkede? Yoksa artık her geçen gün daha mı azalmaktayız?