Saatleri durdurma enstitüsü

Tanpınar’ın başlığı çekiştirmek için gerçekten de bayağı verimli. Ama konumuz o değil.

Konumuz, koca bir ülke ile onun tepesindeki yönetici topluluğunun giderek birbirinden kopuşu. Bu kopuş, iktisadi, ideolojik, kültürel boyutlarıyla da inceleniyor; her birinde son derece ikna edici çözümlemelerle kopuş saptamasının altı çiziliyor. Eklenecek çok bir şey yok diyebiliriz; bundan sonrası bu kopuşu hızlandıracak itkiyi hayata geçirmekle, belki de hayatta tutmakla ilgili biraz da.

Yine de bu kopuşun süreklilik arz etmeye başlayan bir yanı daha var, ki o da zaman düzleminde yaşanıyor. Zaman derken, sadece akıp giden saatleri ve günleri kast etmiyorum; esas olarak, dünyaya ve kendimize dair özbilincin mekanından, içinde var olmakla kalmayıp varoluşumuzu köklendirdiğimiz şeffaf topraktan söz ediyorum.

İktisadi, ideolojik, kültürel vb. yanların ışığı hep daha parlak olacaksa da zaman düzlemindeki kopuşun (eğer gerçek bir kopuşa ilerlerse) bir daha geri döndürülemeyecek bir ontolojik yarık oluşturacağını da belirtmek gerekiyor.

***

John Berger’in anlattığı bir öyküye göre, ülkenin birinde insanlar o kadar cimrilermiş ki, gece uyuduklarında zaman boşa gitmesin diye saatleri durdururlarmış.

Komedisi bir yana, bu öykünün ima ettiklerinin başında, esasında kendisine ait olmayan bir varlık üzerinde tasarrufta bulunma arzusunun çıldırtıcı ayartısı geliyor. Sonuçta zaman, her ne tarafından anlarsak anlayalım, ne onu saklamak isteyene aittir ne de onu hoyratça harcayana. O sahip olunamaz, el koyulamaz, çitlenemez bir akış (değişim, dönüşüm, ilerleyiş olduğu kadar çözülüş, eriyiş, yok oluş) biçimidir. Onu mülk edinmeye uğraşan, sadece nafile bir çaba sergiliyor olmakla kalmaz; aynı zamanda içinde başkalarının da varoluşunu köklendirdiği toprağı zehirlemiş olur.

Zaten tam da bu yüzden, yani her daim işgal girişimleriyle karşı karşıya olması nedeniyle, zaman asla herkes tarafından aynı biçimde algılanmaz. Cimri, uyuduğu saatler de dahil olmak üzere onu bütün olarak ele geçirmeye çalışırken, başkaları onun akışındaki yönlere ve titreşimlere kulak kabartarak kendi dengesini ve yörüngesini oluşturur. Bazı anlar olur ki, zamanın akışını durduramayacağını anlayan cimri, bu defa o akışa köklenmiş başkalarını zapturapt altına almaya yönelir. Öyle ya, madem ki zamanın önüne geçilemiyor, o vakit en iyisi onu ebedi bir şimdiki zamana dönüştürmek, kendi arzularının tatmin olduğu uğrağı evrenselleştirmek, kendi zamanını zinciri kilitleyen bir lokma gibi başkalarının üzerine bindirmektir.

Böyle yapıldığında zamanın akışının önüne geçilmiş olmaz elbette, bunu cimri de bilir; ama hiç olmazsa üzerinde arzusunu tatmin edebileceği birileri o ebedi şimdiki zamana sıkıştırılmış olur. Cimri, kendisiyle birlikte başkalarını da akışsız bir zamana, cansız bir şimdiye esir eder.

***

Bu tablonun bir örneğinin ülkemizde yaşanıyor olmasından söz etmemiz gerekiyor. Zira, zamanın akışını önlemeye, onu durdurup biriktirmeye, kendi arzusunun tatmin olduğu anı ebebileştirmeye en yatkın olanlar gücün ve olanakların orantısız biçimde tekleştiği rejimlerin sahipleridir hep. Zaten zaman algısının yitirilmesi de bu yüce kişilerin kendisine vehmettiği güç ile o güce boyun eğmeyen bir varlık olarak zaman arasındaki çatışmanın sonucudur.

Oysa insanlığın tarihi, farkında olsun veya olmasın, zamanın akışının içinde gerçekleşir. İnsanlıkla birlikte hareket eden, binlerce yıl boyunca taşınan ne varsa, hepsi de zamanın akışının parçası olabildiği için böyledir. Zamanı, onun akış biçimini, o biçimdeki olumlu ve olumsuz nüveleri görmek, duyumsamak, bilince çıkarmak bu nedenle son derece önemlidir.

Nazım’ın demesi boşuna değildir; “anlamak gideni ve gelmekte olanı…”

İşte dün ve bugün ve belli oldu ki bir süre daha her gün titreyecek olan çelik, her adımda atacak olan nabız bu kopuşu körükleyecek.

Yüce kişilerin bildiği şey basittir; cimrininkiyle aynıdır.

Zamanı durdurmak, egemenliğinin tadına vardığı o anı sonsuzca uzatmak için hepimizi, üniversitesine sahip çıkan gençleri, yaşam kavgasına girişen kadınları, haysiyetinin ve alın terinin peşine düşen emekçileri içine çekmeye; zamanın akışı içinde bir başka hikayeye, bir başka geleceğe, bir başka deneyime doğru yol alan herkesi kendi egemenliğiyle aynı zamansallığa hapsetmeye çalışmak…

Hapsetmek, ki kendi egemenliğinin zamanı bomboş kalmasın, kimseler onun zamansallığını terk edip ileriye akmasın…

***

Gittikçe ağırlaşan ve ağdalanan bu yazının sözü basit aslında: Ülkenin tepesine çöreklenmiş bu yönetici topluluğu, ondan nemalanan müteahhit çeteleri ve yalılarda keyif süren medya trolleriyle birlikte, iplerin elden kaçmakta olduğunun farkındalar. Havanın ısındığını, rüzgarın döndüğünü, gerilimin büyüdüğünü görüyorlar. O yüzden, bir vakitler kendilerini koltuğa oturtmuş olan toplumsal ve siyasal koşulların yavaş ama kararlı biçimde değiştiğini kabul etmeyen, bunun yerine tüm toplumu kendi zamansallığına mahkum etmek için şiddetin ve baskının gazına yüklenen bu bezirgan yığını sözünü ettiğimiz kopuşun enerjisini üretiyor.

Bu enerji büyüktür; geri dönüşü imkansızdır, sağlayacağı kopuş ise kesindir.

Yeter ki, zamanın şeffaf toprağına kök salmış, gideni ve gelmekte olanı anlamış olanlar yürümeye devam etsin.

Çünkü yürümek, zamanı hapsetmek isteyenleri zamana hapsetmek; geçmişin külleri, tarihin çamuru arasına gömmek demek.