Restorasyonu ne yapmalı?

Türkiye’de her kriz ya da sıkışma döneminde adet olduğu üzere, restorasyon tartışmaları yeniden açıldı. Solun içinden geçmekte olduğu döneme ve yakın geleceğe bakarken çeşitli kavramlara başvurması, elbette, doğal. Ama bunun bir büyük gizi ifşa ediyormuş edasıyla sunulmasında gariplik var.

Çünkü günümüz Türkiye’sinde düzen cephesindeki kimi aktörlerin bir restorasyona niyetlenmesi şaşırtıcı değildir, esas olarak analiz değeri bile taşımamaktadır. Burjuva rejimlerinde, özellikle de bizdeki gibi sıkışma dönemlerinde, restorasyon sürpriz değil, kuraldır. Önemli olan ve çözümleme sürecine değer katan, restorasyon ihtimalinin uygulanabilirliğini ortaya koymaktır. Bunun için ise, ihtimalleri ya da süreci soldan bağımsız, siyasal mücadeleden azade bir kendiliğindenlik olarak ele almamak, solun da etkin bir parçası olup yönlendirebileceği bir dinamik konjonktür olarak değerlendirmek gereklidir.

O halde, henüz tartışmaya başlamamış olsak da ilk saptamamızı ya da sonucumuzu yazabiliriz. Türkiye’nin yakın geleceğinde ne olacağı sorusuna yanıt ararken, solun kendisini bu sürecin aktif bir öznesi olarak tarif etmesi, gerçekçi ve somut hedefler koyarak özgün pratiğini kurgulaması, gelecek öngörülerini ise bu “özne” merceğinden bakarak çıkarsaması gerekmektedir.

Daha açık söyleyelim: “Türkiye’de şöyle bir gelecek bekleniyor, yakın vadede şu tür gelişmeler olacak” deyip, buradan (sonuçtan) hareketle sola misyon ve görev biçmek hem siyaseten hem de yöntemsel olarak yanlıştır. Solun bağımsız varlığı, siyasal hedefleri ve pratik kurguları, çözümlemenin sonuçlarından hareketle değil, en başta ortaya konmalı, çözümleme solun bu “öznelik” halini de hesaba katarak yürütülmelidir. Dolayısıyla yapılması gereken solun kendi siyasal hedeflerini ve görevlerini ortaya koyduktan sonra, “bu hedeflere erişmek için Türkiye’deki muhtemel gelişmelere karşı nasıl tavır takınmalıyız, hangi dinamiklerin güçlenmesini sağlarken hangilerinin güçlenmesini önlemeliyiz” gibi bir dizge izlemesidir. Sol, hem çözümlemede hem de gerçekte, kendini “kukla değişken” olarak değil, etkin bir özne olarak tarif etmelidir yani.

Şimdi bir adım daha atabiliriz. Sol açısından yeni bir kavram olmayan restorasyonun kullanıldığı örneklere baktığımızda, iki farklı anlam taşıdığını görüyoruz.

Bunlardan birincisine göre, restorasyon, bir devrimin (ya da karşı-devrimin) ertesinde, gerçekleşen köklü dönüşümün yerleşikleşmesi ve sağlamca oturması amacıyla bir adım geriye çekilmek, devrim sürecinde ortaya çıkan sivri uçları törpüleyerek yeni düzene daha geniş bir meşruiyet ve destek devşirmek, deyim yerindeyse sarsıcı bir süreç olan devrimi normalleştirmek olarak anlaşılabilir. Türkiye’den bir örnek alırsak, Cumhuriyet’in 1930’lardaki hamleleri bu türden bir restorasyon olarak değerlendirilebilir. Burjuva devriminin hızı ve radikalizmi içinde sivrilen kimi öğeler bu dönemde yumuşatılmış, mesela devrim sürecinde yer yer anti-emperyalist ve sol renkler kazanan halkçılık, resmi ideolojide doğrudan solun sınıf eksenini reddeden bir içerikle tanımlanmıştır. Yani yeni rejim bir yandan artık ihtiyaç duymadığı radikalizmi budamış, bir yandan da kendisini normalleştirerek daha “makul” bir siyasal ve ideolojik zemine yerleşmeye başlamıştır.

Restorasyon kavramının ikinci kullanımı ise, çok geniş halk kesimleri içerisinde giderek büyüyen ve bir vadede doğrudan düzenin kendisine yönelme ihtimali taşıyan bir hoşnutsuzluk ya da tepki karşısında, düzenin, “uzun vadeli çıkarları” korumak kaygısıyla biriken tepkiyi çok sivrilmiş kimi faillerin üzerine yıkarak kendi suçlarından temizlenmesi, böylelikle hem halk içindeki öfkeyi boşaltıp hem de düzenle toplum arasında yeni bir konsensüs ya da uzlaşma yaratması olarak tanımlanabilir. Yine Türkiye’den bir örnek vermek gerekirse, 28 Şubat’la anılan dönem bu türden bir restorasyon olarak görülebilir. Öncesi ya da sürecin gelişimi ayrı bir tartışma konusu, ancak sonuçta 28 Şubat’la birlikte o zamana kadar işlenen suçların hesabı birkaç siyasal aktöre kesilmiş, kendisini temize çıkaran düzen yeni bir ideolojik atılım için gereken onayı ve enerjiyi elde ederek yoluna devam etmiştir.

Gördüğümüz gibi, restorasyon kavramıyla iki farklı siyasal süreç anlatılmaktadır ve restorasyonun farklı biçimleri olarak iki tanım da uygun sayılmalıdır. Bu noktada, biçimlenişleri farklı olsa da restorasyon süreçlerinde gözlemlediğimiz kimi ortaklıkların altını çizmek gerekmektedir.

Her şeyden önce, restorasyon, söz konusu dönemin sermaye birikim biçimi ile bir uyum içermek zorundadır. 1930’lardaki kalkınmacı ve sanayileşmeci sermaye birikim biçimi olmasaydı, 30’ların restorasyonunun bildiğimiz içeriğiyle hayata geçirilmesi mümkün olamazdı. Benzer bir uyum, kuşkusuz, 28 Şubat için de geçerlidir. Geleneksel burjuva aktörlerinin düzlenmesi, kitlelerle popülist bir içerikle ilişki kuran siyaset tarzının tasfiye edilmesi gibi sonuçlar, doğrudan neoliberal dönüşümle bağlantılıdır.

İkincisi, restorasyon, burjuva düzeninin bir bütün halinde hayata geçirdiği bir projedir. Diğer bir deyişle, burjuva düzeninin siyaset, ekonomi, akademi, yargı, basın, bürokrasi gibi farklı aygıtları restorasyon sürecinin asli parçalarıdır ve süreç bu alanların tümünde işleme konulmaktadır. Bu anlamda, restorasyon, salt hükümet değişikliğini aşan, düzenin tümüne “ayar vermek” üzere yürütülen bir süreçtir. Aynı zamanda, restorasyon sürecinde yeniden düzenlenen bu alanlar, restorasyonun taşıyıcıları olarak da işlev görür. Yani restorasyonun hedefi ve ideolojik söylemi, akademiden yargıya, bürokrasiden basına kadar belirgin bir uyum ve seferberlik içerisinde dile getirilir. Hem 30’larda hem de 28 Şubat sürecinde, restorasyon projesi bu bütünlük içinde uygulanmış, restorasyonun hedefleri ve “dili” konusunda yüksek düzeyde bir uyum sağlanmıştır.

Üçüncüsü ise, restorasyon projesi, verili durumu göreli olarak karşısına alan bir ideolojik söylem tutturarak, geniş kitleleri yeniden düzene eklemler. 30’ların kalkınmacılık, sınıfsız kaynaşmış kitle söylemi ya da 28 Şubat’ın laiklik ve çağdaşlık vurguları topluma hem yeni bir hedef gösteren hem de kitlelerin düzene tutunabilecekleri halkalar sunan bir ideolojik çerçeve sunmuştur. Dolayısıyla, bir restorasyon projesi için, burjuva düzeninin bir bütün halinde üzerinde uzlaştığı ve çeşitli aygıtları tarafından topluma taşınan, az çok tutarlı bir ideolojik kurguya ihtiyaç vardır.

Bu üç husus önemlidir, çünkü Türkiye’de tartışmalar yöntemsel tutarlılık ya da gerekçelendirme kaygısı gözetmeden, “ben böyle düşünüyorum, o zaman böyledir” keyfiliğiyle yürütülmektedir. Oysa restorasyon tartışması, neye restorasyon denildiğinden tutun da restorasyonun hangi araçlarla uygulanacağına kadar birçok konuda açıklama sunmayı gerektirmektedir.

Artık, bu saptamalardan sonra, Türkiye’de yakın vadede bir restorasyonun başarılı olma ihtimalini de gerçekçi bir biçimde değerlendirebiliriz.

Türkiye AKP rejimi ile birlikte köklü bir dönüşüm geçirmiştir ve bu dönüşüm, iktidar temsilcilerinin de kabul ettiği gibi, toplumun yarısında büyük bir hoşnutsuzluk ve tepki yaratmıştır. Dahası, çözülüş sürecinin sarsıntılarının ardından düzen daha sakin ve risksiz bir toplumsal atmosferi de arzu etmektedir. Geldiğimiz noktada, yukarıda tarif ettiğimiz restorasyonun iki biçiminin üst üste geldiğini, çakıştığını ya da örtüştüğünü söyleyebiliriz. Yani hem son derece sarsıcı bir dönüşümün ardından normalleşmeye ve yerleşikleşmeye duyulan ihtiyaç, hem de AKP rejiminin toplumda yarattığı huzursuzluğun ve tepkinin etkisizleştirilmesi ve kitlelerin düzene eklemlenmesi gerekliliği.

İşin buraya kadarı, Türkiye’nin, bir değil iki restorasyona birden ihtiyaç duyduğunu gösterir gibidir. Ancak kazın ayağı, ne iyi ki, öyle değildir.

Çünkü bazılarına aşağıda değineceğimiz kimi durumlar, herhangi bir restorasyonun hayata geçirilmesini zorlaştırmakta, hatta imkansızlaştırmaktadır.

Öncelikle, Türkiye kapitalizminin sermaye birikim biçimi, mevcuttan daha adil, daha paylaşımcı, daha insani bir ekonomik ve toplumsal uzlaşıya izin vermemektedir. Küresel krizin ayak seslerinin yaklaştığı bir ortamda, burjuvazi karlarını korumak için birbiriyle bile kavgaya başlamışken, sermaye sınıfının bu karın bir kısmını emekçilerle paylaşmak zorunda kalacağı bir değişikliğe gitmesini beklemek gerçekçi değildir. Mevcut vahşi kapitalist birikim biçimi, sermaye sınıfı açısından bir mahkumiyettir ve bu açıdan sermaye sınıfı AKP rejiminden memnundur. Ülkenin yönetimi konusunda zaman zaman dile getirilen, özellikle de Erdoğan’ın tarzına yönelen eleştiriler ise, bu tablo karşısında ikincildir. Bu koşullarda yapılabilecek olanın azamisi, Erdoğan’ın kimi sivriliklerinin törpülendiği bir müdahaledir ve bu törpülenecek sivriliklerin halka karşı işlenen suçlardan çok, Erdoğan’ın sermayenin iç dengelerine müdahale eden tavrına olacağını söylemek için kahin olmaya gerek yoktur.

İkinci olarak, Türkiye’de bir restorasyon projesini taşıyacak bütünlüğün ve seferberliğin zorluklarına dikkat çekebiliriz. Bugün siyaset alanının düzen açısından çoraklaşıp renksizleşmesinin, burjuva siyasal aktörlerin birbirine tıpatıp benzemesinin ötesinde, akademi, yargı, basın, bürokrasi gibi tüm alanlarda muazzam bir keşmekeş hüküm sürmektedir. Bu keşmekeşi toparlayıp belirgin bir hedef doğrultusunda harekete geçirmek imkansıza yakındır. Türkiye’de tüm kurumlarıyla birlikte devlet, hem yatay hem de dikey olarak dağılmıştır. Dolayısıyla, herhangi bir restorasyon projesinin hangi aygıtlarla ve nasıl bir “toplu huruç” harekatıyla hayata geçirileceği kuşkuludur.

Üçüncü olarak, restorasyonun ihtiyaç duyduğu ideolojik söylemin yaratılmasındaki kısıtları işaret edebiliriz. Türkiye’nin AKP rejimi altında geçirdiği uzun gericilik yıllarından ve karşı-devrim sürecinden sonra, normal koşullarda pekala burjuva düzeninin “makul” söylemlerinden sayılabilecek olan laiklik, özgürlük, halkçılık gibi söylemler, bugün doğrudan solu çağrıştırmakta ve sol bir içerikle vücut bulmaktadır. Dolayısıyla, verili ideolojik ve siyasal egemenliği az çok karşısına almak zorunda olan restorasyon, bu sefer kendi egemenliğini tümden tehdit eden bir başka tehlikeyle karşı karşıyadır. Diğer bir deyişle, AKP’yi ehlileştirmek için başvurulacak yol, düzenin tümünü uçuruma yuvarlama ihtimali taşımaktadır. Yani eğer bir restorasyon ihtimali varsa, bunun düzen açısından bir bedeli de vardır. Bu anlamda, mevcut rejimin koordinatlarından görece farklılaşan ve restorasyon projesine meşruiyet katması beklenen bir ideolojik çerçevenin kurulması sanıldığı kadar kolay değildir.

Özetle, bir restorasyon girişimi ya da niyeti mümkündür ve hiç de şaşırtıcı değildir. Tartışılması gereken bu girişimin ya da niyetin başarıya ulaşmasının mümkün olup olmadığı ve bu girişim karşısında nasıl bir tavır takınılacağıdır. Yanıt verilmesi gereken, “restorasyonu ne yapmalı” sorusudur.

Zaten fazlasıyla uzatmış olduk, o yüzden artık toparlamamız gerekir.

Baştan bu yana vurguladığımız gibi, restorasyon, hangi biçimi ile yapılırsa yapılsın, basitçe bir hükümet değişikliğine indirgenemez. Eğer öyle olsaydı, Türkiye’de şimdiye kadar 62 adet restorasyon yaşandığını söylemek de mümkün olurdu. Restore edilen şey tümüyle burjuva düzeni, burjuva düzeninin siyasal ve ideolojik çerçevesi ve burjuva düzeninin halk kesimleriyle kurduğu ilişkilenme biçimidir.

Bunu başarmak içinse, yürürlükteki sermaye birikim biçimiyle uyumlu bir projeksiyona, düzenin bir bütün olarak hareket etme yetisine ve mevcuttan az çok farklılaşmış bir ideolojik çerçeveye ihtiyaç vardır. Halihazırda Türkiye kapitalizmi böyle kapsamlı bir operasyona girişmek için gerekli esnekliğe ve manevra alanına sahip değildir. Ancak bu, değişmez bir kural değil, verili konjonktürün bir özelliğidir. Daha açık bir deyişle, sol restorasyonu bir “umacı” haline dönüştürüp kendini tribüne atarsa, burjuva düzeni de bir iki sendeleyip ayağa kalkacak, operasyon için ihtiyaç duyduğu kapasiteyi yaratacaktır.

Türkiye’de “restorasyon geliyor” diyerek kenara çekilen, ardından kendi eylemsizliğinin de bir sonucu olarak restorasyon geldiğinde ise, “nasıl da haklı çıktım ama” diyen bir siyaset tarzını bizler iyi tanıyoruz.

Solun bu eylemsizlik felsefesine mahkum edilmesine itiraz eden, burjuva düzeni ile göğüs göğüse çarpışmayı öne alan, restorasyonun nasıl gerçekleşeceğine değil de nasıl durdurulacağına, bu anlamda burjuva düzeninin krizinin nasıl derinleştirileceğine kafa yoran bir devrimci çıkışın örgütlendiğine ise yakinen tanık oluyoruz.