Renksiz Rüya: 1990'larda Diyarbakır'da büyümek

Güneydoğu’da “faili meçhul” politik cinayetlerin damgasını vurduğu 1990’ların atmosferini küçük bir çocuğun perspektifinden perdeye getiren Renksiz Rüya (Hewno Bêreng) dün (Cuma) Başka Sinema zinciri üzerinden sınırlı ölçekte, yönetmeni ve senaristi Mehmet Ali Konar’ın memleketi Bingöl dahil altı ilde toplam 11 salonda vizyona girdi. Renksiz Rüya, Türkiye prömiyerini yaptığı İstanbul Film Festivali’nde Mansiyon Ödülü’nü kazandıktan sonra En İyi Film Ödülü dahil beş ödül kazandığı Ankara Film Festivali’nde öne çıkmıştı; Renksiz Rüya’nın Ankara’da hem ana jürinin En İyi Film Ödülü’nü, hem de Sinema Yazarları Derneği’nin (SİYAD) ödülünü kazanması, bir festivalde ana jüri ile SİYAD jürisinin tercihlerinin ortaklaşmasının ender örneklerinden biri olarak özellikle dikkat çekmişti.

Renksiz Rüya, Mirza adında bir çocuğun etrafında dönüyor. Annesinin ölümünün ardından iyice içine kapanmış olan Mirza sık sık kabuslar görmektedir. Derken bir gün Mir Ahmed adlı genç bir akrabaları, kardeşi “dağa çıkmış” bir Kürt olarak, “faili meçhul” cinayetlerin sıkça gerçekleştiği bir ortamda bir süre ortalıklarda görünmemesinin daha güvenli olabileceği için Mirza’nın ailesinin evine bir süre kalmak üzere misafir olarak gelir. Mirza, Mir Ahmed’in kendisiyle yakınlık kurma çabalarına önce pek karşılık vermek istemez, derken bir gün bunun sebebini, sevdiği kişileri kaybetmekten endişe ettiği için kimseye bağlanmak istememesi ile açıklar…

Konar’ın ilk uzun metraj çalışması olan Renksiz Rüya bu yıl vizyona giren en iyi yerli yapımlardan biri. Çok hassas –ve kuşkusuz önemli- bir konuyu, insanın içini burkan bir hüzün içinde ama kesinlikle “duygu sömürüsüne” ve/veya “ajitasyona” kaymadan büyük bir ustalıkla işliyor. Türkiye Kürt sineması içinde Renksiz Rüya’nın ayrıksı özelliği ise şiddet ortamında Kürt coğrafyasında neler yaşandığını göstermekten ziyade yaşananların Kürt yurttaşların ruh dünyalarını nasıl etkilediğini, nasıl şekillendirdiğini, neler hissettiklerini yansıtmaya öncelik vermiş ve de bunu başarmış olması.

Yabani

Ülkemizde yaz ayları dağıtımcıların korku filmlerine en fazla yöneldiği dönem. Böylece vizyona çıkaracak korku filmi bulma adına yurtdışında sınırlı ölçekte vizyon olanağı bulup daha ziyade doğrudan dvd veya internet mecrasında piyasaya sürülmüş filmler de Türkiye’de sinemalarda boy gösteriyor. Böylesi filmler arasında zaman zaman dikkate değer çalışmalar da sürpriz biçimde karşımıza çıkıp Türkiyeli sinemaseverler olarak kendimizi yurtdışındaki izleyicelere oranla daha şanslı hissetmemizi sağlasalar da çoğu vasatın üzerine pek çıkmıyor. Bu hafta bizde yaygın ölçekte gösterime çıkan Yabani (Wilding) de biraz böyle bir film. Yabani, babası tarafından –babası hariç- insan yüzü görmeden büyütülmüş ve bu arada ilk aybaşı kanamasının ardından ergenliğini durdurucu ilaçlar verilmiş bir kızın, babasının intiharının ardından genç bir kadın polisin himayesine alındıktan sonra yaşananları öykülüyor. Kadın cinselliği ile “doğaüstü” korku motiflerinin kah muhafazakar, kah özgürlükçü bağlamlarda örtüştürülmesi en azından 1970’lerden beri korku sinemasında sıkça görülen bir yönelim. Yabani bu yönelimi ne dişe dokunur biçimde yeniden işliyor, ne de türün formel özellikleri açısından kaydadeğer bir atmosfer sunabiliyor, hatta son çeyreğine kadar pek korku janrı sularında gezmiyor. Böyle olunca da filmin tek nispeten bellekte kalıcı özelliği ilk kez Bernardo Bertolucci’nin Çalınmış Güzellik’inde (Stealing Beauty, 2006) 19 yaşındayken karşımıza çıkarak dikkatimizi çekmiş olan Liv Tyler’ı Ziyaretçiler’den (The Strangers, 2008) sonra tekrar bir korku filminde izlemek oluyor.