Quo Vadimus - Nereye Gidiyoruz?

Seçimlere epeyce bir zaman var. Ama siyaset sürekli seçim tartışıyor. Serbest piyasacı, monetarist, deli bozuk ya da artık her ne ad verirseniz tökezlemiş sistemin ekonomisi, kriz ya da bunalım sözcüklerinin anlatamadığı, enflasyonun hızla tırmandığı, durumu düzeltebilecek, IMF yardımı gibi dış desteklerin bile derde deva olamayacağı bir çıkmazda. İktidarın kendisinin de inanmadığı “iyimserliğini” içerde de dışarıda da paylaşan yok. Seçmen desteğinin de genel kamuoyu desteğinin de hızla eridiği, bir takım “Ali Cengiz oyunlarıyla”, seçim yasasında değişiklik yapmak gibi manevralarla durumu kurtarmanın mümkün olmadığı da ortada.

“Seçmen”“kamuoyu” gibi sınıf içeriklerini yansıtmayan sözcüklerle konuyu açıklamaya çalışmak belki yadırgatıcı gelebilir. Olaylarda, güncel çelişki ve çatışmalarda sınıf mücadelesinin doğrudan görüntüleri genellikle karşımıza çıkmaz. Ama olayları, olguları sınıf mücadelesine bağlayan koşulları, ilişkileri görür ve değerlendiririz. Marx 18 Brumaire’de Louise Bonaparte’ın darbesini anlatırken Victor Hugo ve Proudhon’un değerlendirmelerini kendi değerlendirmesi ile karşılaştırıyor ve “Bense Fransa’daki sınıf mücadelesinin  sıradan ve gülünç bir kişiliğin  kahraman rolünü oynamasını mümkün kılan koşulları  ve ilişkileri nasıl yarattığını gösteriyorum.” diyordu. Burada da seçmenlerden, genel kamuoyundan söz ederken kuşkusuz sınıfların siyasi alandaki rollerinin somutlaşmasından söz ediyoruz. Peki seçmen desteği hızla azalan; gözünü “dışarıya” dikmiş, oradan gelecek sinyallere kulak kesilmiş büyük kapitalistlerin, küçük burjuvazinin, esnafın, çiftçilerin desteğinin sarsıldığı; yolsuzluklar ve deşifre olan ilişkiler nedeniyle kamuoyuna hesap veremez hale gelen iktidar bloku kurtarılamaz durumu kurtarmak için ne yapacak?

BÜTÜN YOLLAR ROMA’YA MI ÇIKAR?

Birincisi erken ya da zamanında, yitirmeyi göze alarak seçimlere gitmek. Cumhurbaşkanının seçimlere katılabilmesi konusunda tatsız bir tartışmayı önlemek için normal zamanında değil kısa bir süre önce erken seçim kararı almak en mantıklısı olacak iktidar partisi açısından. Çünkü eğer yasal çerçeveye uyulacaksa Cumhurbaşkanının yeniden aday olabilmesi için bu şart. Ama kuşkusuz pek çok konuda olduğu gibi “biz yaptık oldu” da denilebilir; muhalefet de “nasılsa kazanıyoruz” havasına kendini fazlaca kaptırdığı için durumu kabul edebilir, ses çıkarmayabilir; muhtemelen de öyle olacaktır.

Birinci alternatifin izini sürelim. Seçimler yapılır; tahmin edildiği gibi iktidar bloku seçimi yitirir; kolayca düzeltilemeyecek ekonomi, bir anlamda eskiden sık sık kullanılan ifadeyle “enkaz” devredilir. Ekonomi tıpkı geçmişte olduğu gibi IMF’nin Dünya Bankası’nın kapısını çalacak olan  yeni iktidar, ağır yükü tümüyle halka yıkan bir programla, dış destekle, belki  yeni bir “Derviş”le ekonomiyi “düzeltir”; doğal olarak hızla oy yitirir ve tıpkı 2002’de olduğu gibi iktidar eski kurtarıcının kollarına ikinci kez düşer. Tarihin “tekerrür ettiğini”, yinelendiğini varsayan bu hikaye fazlasıyla iyimserdir, büyük bir olasılıkla böyle sonuçlanmayacaktır.

İkinci varsayım iktidarı seçimi kazanan partiye ya da bloka, artık nasıl olacaksa, vermemektir. Bu ancak alt yapısı hemen hemen tamamlanmış otoriter yönetimin resmen ilanı olacaktır. Bu da koşullara, içerde ve dışarıda desteğe sahip olmakla, onların aktif desteğini harekete geçirebilmekle gerçekleşebilecek bir alternatiftir. İktidar blokunun ölçüsüz  sert söylemini  pek rahat bir şekilde yorumlayan, bu tür bir eğilimi heyecanla destekleyen, dahası bekleyen, uman, planlayan, durumdan vazife çıkartarak saklı silahları depodan çıkartıp bir şekilde terörü tırmandırarak sonuç almayı düşünenler olduğunu da biliyoruz ama bu riskli bir alternatiftir, başarı şansı da fazla değildir.

ANAHTARI KÖR KUYUYA ATMAK

Yine de güçler dengesinde anahtar parti olma özelliğini koruyan HDP ile Millet İttifakı arasında resmî-gayri resmi bir ortaklığı torpillemek, hem de böyle bir işbirliği olursa “terörist parti” propagandasına hız vererek “terörle işbirliği yapıyorsunuz” tehdidi ile seçim sonuçlarını tanımamak, otoriter yönetimin resmileştirmek bir yöntem olarak pişiriliyor olabilir. Bu yönde hazırlık yapıldığını gösteren belirtiler yok değil. Sanki “iktidar herkese teslim edilemez” cümlesindeki “herkes” ve “teslim etmek” gibi tehlikeli sözcüklerin tarif ettiği bir alternatif muhalefete öneriliyor gibidir. “HDP’li bir ortaklığa iktidarı ‘teslim etmeyiz’; o nedenle hakkında terörü desteklediği gerekçesiyle kapatma davası açılmış HDP ile işbirliğinden, onu desteklemekten vazgeçin, onsuz seçimi kazanırsanız ne ala” formülüdür bu. Muhalefet böyle bir tuzağa düşer mi? HDP’yi bir şekilde dışlamak seçimlere katılmasını önlemek, HDP’nin seçmen kitlesini “paralize” eder, AKP’nin oylarını artırır mı bilinmez ama iktidar blokunun böyle bir “projeyi” hayata geçirmeyi, HDP ile Millet İttifakı’nın resmi ya da “de facto” işbirliğini torpillemeyi ya da ittifakı parçalamayı ciddi ciddi düşündüğünü gösteren belirtiler var.

Millet İttifakı oyuna gelir, gerçekten iktidarın bu koşulla kendine devredileceğine inanırsa ya da iktidar bloku gerçekten çaresiz kalırsa bir pazarlık her iki tarafın gündeminde yer alabilir. Bu tür bir strateji “devr-i sabık yaratmamak”,  hesap sorulmayacağının garantisini almak gibi bir takım özellikler de taşıyabilir. Olur mu? Neden olmasın. Bütün bunlar mümkündür; sonuç almak ise tarafların becerisine ya da kararlılığına, kaotik bir dönemi, büyük riskleri göze alma cesareti göstermesine bağlı olacaktır.

Bu türden hesaplar söylendiği gibi güçler dengesine bağlıdır, ama güçler dengesi denildiğinde her ne kadar verili dönemde siyasi güçler öne çıksa da geride halk sınıflarının, katmanların, sermaye sınıfının farklı kesimlerinin de siyasi dengelerde önemli yer tutacağını, siyasete dolaylı değil doğrudan müdahalelerinin de söz konusu olabileceğini unutmamak gerekir. Bu sınıf katman ve kesimlerin siyasete herhangi bir yöntemle dahil olmaları ortaya çıkacak tabloyu ve sonuçları değiştirir.  

Bu açıdan bakıldığında ne görünüyor?

***

İktidar bloku oy deposunu, küçük burjuvaziyi, esnafı, çiftçiyi kaybetmemek için çabalıyor. Pandemi nedeniyle bu kesimler son bir yılda büyük zarar gördüler. İktidarın yaptığı yardımlar ise pek fazla dişe dokunur olmadı. Yine de kredi kolaylıkları, kira yardımları vb. desteklerin tümüyle etkisiz olduğu söylenemez. Küçük burjuvazinin, esnafın, çiftçinin hızla yoksullaştığı bir gerçektir. Muhalefetin esnaf üzerinde yoğunlaşan çalışmasının etkili olduğu da açık. Bu tablo seçimlere kadar ne ölçüde değişir bilinmez ama bu kesimlerin tarikatlar eliyle beslenmiş ideolojik biçimlenmeleri öyle kolayca değişecek değildir. Bu nedenle de muhalefetin bu konuda fazla iyimser olmamasında yarar vardır.

Büyük çeşitlilik gösteren toplumsal muhalefetin, siyasi belirsizliğin yoğunlaştığı, gerginliğin tırmandığı koşullarda geri çekilmesi de, daha fazla hareketlenmesi de mümkündür. Bıçağın kemiğe dayandığı zamanlarda toplumsal muhalefetin siyasi çıkış araması, bu türden bir olanağın ortaya çıkması ya da solda öne çıkan bir alternatifin çevresinde bir güç yoğunlaşması da beklenebilir. İktidar blokunun böyle bir ihtimalin öne çıkmasını önlemek için çaba gösteriyor, her fırsatta itirazları baskıyla durdurmayı, geriletmeyi, korkutmayı deniyor ama yine de bu tür hareketlerin geri adım atmadığını da görülebiliyor. Henüz açık siyasi bir hedef çevresinde birleşmiş siyasallaşmış bir toplumsal hareketten söz edilemese de bu hareketlerin siyasi hedeflerle birleşmeden sonuç alamayacaklarını bildiklerini gösteren  belirtiler az değildir. Var olan sol siyasi parti ve hareketlerin durumu küçük nüans farklarıyla benzer bir şekilde değerlendirdikleri, ortak hareket etmeye daha yakın durdukları da söylenebilir.

Yine de çözülemeyen boşlukta kalan bir yanı var bu durumun. Henüz yanıtı bulunamamış ya da “henüz erken” denilerek şimdilik bir yana bırakılmış sorular sol siyasi parti ve hareketlerin HDP ve Millet İttifakı ile ilişkilerinin nasıl gelişeceğine ilişkindir. Siyaset varolan ve fazla seçme şansı olmayan güçlerin verili koşulları doğru değerlendirmesini bekler. Ama bu da bu siyasi güçlerin yalnızca kendi  başlarına karar vererek elde edebilecekleri bir sonuç değildir. Öyleyse kim ne diyor, nereye doğru gidiyor, hedefi, planı programı nedir, ne değildir, ona bakılacaktır. Yalçın Küçük hocanın bu gibi durumları anlattığı kitabının adı “Quo vadimus- nereye gidiyoruz” idi. Günümüzün sorusu da budur. Nereye gidiyoruz?

Önümüzdeki kısa mı uzun mu olduğunu henüz bilemediğimiz dönem besbelli ki sürprizlerle doludur…