Proletaryanın Büyülü Kutusu

Herkes bilir, geçmişe yolculuk yani bedenimizi geçmişe taşımak mümkün değildir. Çünkü zamanda hareketi  tek yönlü, “tersinmez” - geri döndürülemez diye tanımlıyor fizikçiler. Ama biz yine de geçmişe gitmeyi, geleceği hayal etmeyi başarırız. İşte şimdi de zamanda yolculuğu kolaylaştıran kitaplarımın arasında dışardaki karmaşayı düşünmeyi, kaygılanmayı bir yana bırakarak anılarımın dünyasına dalıyorum, gidilmez denilen geçmişe gidiyorum. Aslında o geçmişin, bugünlere uzanan sürekliliğin bir parçası olduğum duygusuyla dolu, mutlu bir yolculuk bu. 1957 bizim aile için biraz sıkıntılı geçmişti. Nahiyedeki tek memur olan, babamın Atatürk-İnönü sevgisine ifrit olan ama diş geçiremeyen Demokrat Parti yandaşları arada bir bizim bahçede toplanıp birlikte içki içseler de sonunda başardılar; İç Anadolu’dan Ege’ye sürüldük.

Üç yıl sonra askerler DP’yi devirdiler; bundan sonra uzun sürecek başarılı başarısız ama tümü ülkeyi duraklatan, baskının zulmün cisimleştiği benim kuşağıma acılar çektirecek darbeler tarihinin ilkidir ama görece demokratik bir Kurucu Meclis tarafından hazırlanan 1961 Anayasası devrimci bir anayasaydı. Ben 12 yaşındaydım; babam her yerde yeni Anayasanın faziletlerini anlatıyor, halk oyuna sunulduğunda “evet” denilmesini istiyordu heyecanla. DP yerine kurulan Adalet Partisi açıkça hayır diyemese de “hayırda hayır vardır” propagandası yapıyor, evetçi babam duydukça köpürüyor, fena halde kızıyordu. Ben de ne olduğunu tam kavramasam da “evet” çıksın istiyordum kuşkusuz. Dayımın oğlu ise tuhaf şeyler söylüyor, asıl kurtuluşun başka olduğunu, olacağını iddia ediyordu ama o da “evetçi” idi sonunda. Anayasa referandumunda babam, o günlerde Ankara’dan bize tatile gelmiş Dayıoğlu ve tabi ben evimizin tek modern aleti olan, buzdolabımız yoktu, AGA marka lambalı radyonun başına geçiyor, evetçilerle hayırcıların konuşmalarını dinliyorduk. Dayıoğlu özellikle İşçi Partisi temsilcilerinin konuşmalarını daha bir heyecanla, can kulağıyla dinliyor, “işte budur” gibisinden laflar ediyordu.

Önümde o günleri anlatan Yordam Kitap'ın yeni yayını “Türkiye İşçi Partisi Radyoda - Proletaryanın Büyülü Kutusu” duruyor; geçmişe, anıların sihrine uzanırken o kitaba sık sık bakıyorum. Dayıoğlunun çok beğendiği iki Türkiye İşçi Partisi üyesi Sina Pamukçu ile daha sonra DİSK Başkanı olacak Kemal Türkler konuşuyorlar. Babamın gülerek “işçinin partisi mi olurmuş halkın partisi olur, bırak şu komünistleri Muzaffer” dediğini de hatırlıyorum. Hayır diyenlerin sayısı umut kırıcı olacak kadar yüksekti ama olsun “evet” kazandı, yani biz kazandık.

15’LERİN DEVRİMİ

Daha sonra yapılan seçimlerde hayırcıların yeniden güç topladıkları anlaşıldı. 1963 yılında yapılan yerel seçimlerde Dayıoğlunun partisi pek bir varlık gösteremedi. Ama yine AGA radyodan dinlediğim konuşmalarda TİP başkanının, adını o güne kadar hiç duymadığım Mehmet Ali Aybar’ın konuşması çok çarpıcı gelmişti bana. Üstelik artık kanı kaynayan bir delikanlıydım, farklı sesleri ayırt edebiliyordum. Aybar da farklı konuşuyordu; “İşçi, köylü, küçük esnaf, ücretli yurttaş, emekli, dul, dar gelirli kardeş, halktan emekten yana olan yurttaş, Atatürkçü, toplumcu aydın…” Bu tuhaf bir tablo idi benim için, geride kim kaldı ki sorusunu soruyorum ister istemez. Kim kaldı? “Patronlar” diyordu benim müzisyen Dayıoğlum.

1965 seçimleri yaklaşıyordu; ben de artık babamı kızdırma pahasına safımı seçmiştim;  YÖN, Sosyal Adalet, Varlık dergilerini okuyor, Mahmut ve Kasım hocaların ders dışı sohbetlerine katılıyordum. Neler olmadı ki o yıl. TİP ilk kez İstanbul Spor Sergi’de salonu tıklım tıklım doldurmayı başardı, dışarıda da Spor Sergi’nin çevresi dolup taşmıştı. Orada burada TİPlilere saldırılar düzenleniyor, “aşırı solun” tehlikeleri üzerine nutuklar atılıyor, yasa tasarıları ortalıkta dolaşıyordu; AGA radyomuz sessizdi, baskıları anlatmıyor, seçim konuşmalarını mecburen veriyordu. Bu kez konuşmaların rengi iyice değişmişti. Örneğin Aybar konuşmasına “işçiler, ırgatlar, azaplar, fakir köylüler” diye başlamış, “hor görülen eli nasırlılar, çilekeş yurttaşlar” diye devam etmişti. Ve ilk kez ben Türkiye İşçi Partisi’nin “emekçilerin toplumcuların partisi” olduğunu duymuştum. Toplumcu nedir biliyordum artık ve ben de toplumcuydum. Radyoda aralarında Sadun Aren’in Behice Boran’ın da bulunduğu 15 TİP üyesi konuştu. Seçimlerin sonunda da 15 TİP üyesi Parlamentoya girdi.

Türkiye değişti.

Liseyi bitirdim, Baba evini bırakıp İstanbul’a taşındım. Ne yapacağım İstanbul’da? Okuyacağım, o Partiyi bulacağım. Dayıoğlu “sen önce Fikir Kulüplerini bul” dedi bana. Onu dinlemez miyim, şair İsmet Özel’in sözlerini yazdığı “Ha deyip sırtımızı halklara dayamışız” diye başlayan Fikir Kulüpleri marşının bestecisi o; gittim Aksaray’daki binaya, buldum onları. Hepsi de hâlâ dostlarımdır, hepsi de yaşlandı, kimisi mavi siyah gökyüzünde bir yıldız oldu. Fransa’daki olaylardan esinlenip, 68’li dediler bize, aslında bizimki biraz, biraz değil epeyce farklıdır. Tüm Türkiye’yi saran, sarsan 68 olayları Gezi’nin öncüsüdür. Üniversite işgallerinin öncüleri gençlik hareketinin sol siyasetin farklı yönlerde gelişen liderleri oldular. Ama bir gerçeği vurgulamakta yarar var. Proletaryanın Büyülü Kutusu kitabının önsözünde sevgili dostlarım Attila Aşut ve Gökhan Atılgan’ın dediği gibi TİP Gogol’ün Paltosu’na benzer. Sonraki tüm sosyalist hareketlerin militanları, önderleri hepsi de TİP’ten çıktılar. Ben de gittim üye oldum TİP’e, işçilerin partisine. “68 olayları Gezinin öncüsüdür” dedim ya demin, 15-16 Haziran büyük işçi direnişi de, Proletaryanın Büyülü Kutusu’nda ses verenlerin eseridir.

SINIF-PARTİ-DEVLET, ORTAKTIR ÖMÜRLERİ

Zaman görecelidir, hızlı geçti o yıllar. Türkiye İşçi Partisi’ne kaydımı yaptırdım. O zamandan beri de bu partinin üyesiyim, şimdi artık o parti yok diyeceksiniz ama ben partilerin yok olacaklarına inanmam. Burjuvazinin partileri de öyle, yok olmuyorlar, inişli çıkışlı bir yoldur sınıf partilerinin yolu. Ne zaman sınıf ortadan kalkarsa, partisi de kalkıp gidecek tarihin derinliklerine. Öyleyse ben neden partimi yitirmiş olayım ki? Bir uzun çizgidir, inceliyor, kalınlaşıyor, oradan oraya savruluyor, yeniden çıkıyor yola, Marx’ın partisi de öyleydi, o nedenle pek çok ismi vardı ama sonunda Marx’ın Partisi’ydi sürüp giden.

Geçmişten günümüze döneyim ben de artık, zamanda gezinmeyi bırakayım da şimdi pek zayıf bir döneminde yeniden dirilmenin sancılarını çeken uluslararası Marx Partisi’nin izinden gideyim. Marx ömrü boyunca bu partinin, proletarya partisinin zamanın içinde zamana karşı direnişini, yenilgilerle güç kazanan mücadelesini, hep ayakta kalmayı bukalemun kılığına bürünmeyi başaran kapitalizmle kavgasını anlatmadı mı? Öyleyse partisi de işçilerin partisi de ayakta kalmayı başarmıştır. Başarmak, dağılanı toplamak, ayrı düşeni bir araya getirmek zorundadır. Çok farklı haklı haksız nedenlerle, kimi zaman tuzaklara düşerek, tartışmanın şehvetine kapılarak bir olabilecekken ayrı düşmüşse proletaryanın partileri neden ortak hareket etmesinler, birliğin bir arada savaşmanın sihrini neden yeniden yakalamasınlar ki?  Marx hep birlikte savaşmaktan yanaydı, o nedenle proleter partilerinin dışında kalsalar da devrimci olanları gözden çıkarmazdı. İlkeleri vardı ve o ilkeler azalmayı değil çoğalmayı, tavizsiz olmayı ama kibirli olmamayı devrim hedefinden sapmadan ilerlemeyi öngörürdü.

Türkiye İşçi Partisi’nin tarihinin hayatın içinden anlatımı olan bu radyo konuşmaları da böyle bir zamanı, o zamanın pratiğini anlatıyor. Nerelerden geçilerek bu günlere gelindiğini gösteriyor. Yerin altında, yerin üstünde savaşanların nasıl zorluklarla mücadele ettiklerini öğrenmek istiyorsanız bu radyo konuşmalarını dikkate dinleyin, okuyun. Çünkü bu konuşmalarda koşullara boyun eğmeyenlerin cefayı kabul eden ama vazgeçmeyenlerin hikayeleri var.

Sonra yeniden geri mi dönsem, yeniden geçmişe mi uzansam diye düşündüm. Bu kez belki hayal kurarak geleceğe doğru ilerlemek daha iyi olacaktı. Farklı partilerin, ortak noktalarını öne çıkarmayı henüz başaramamış olanların nihayet başardıklarını hayal ettim. Birlikte hareket etmekten, ortak çabaya, ihtimal güçlü bir harekete, anlamlı verimli tartışmalara ulaşmak ne güzel olurdu. Böyle bir hayalin pratiğini düşünürken, tuhaf bir yazının gölgesi üstüme düştü. Sosyalistlerin,  komünistlerin Hitler’den de öğrenebileceklerini, ne demeli bilemedim, yakışıksızca öğütleyen değerli bir yazar genel geçer bir takım bilgi kırıntılarıyla ama maharetle yazıya çevirmişti o tuhaflığı. Aldırmadım, okudum, ama bir yerde durdum artık. “Türkiye Solu’nda ‘birleşme’ çabalarının ve bu işi varlık sebebi edinmiş ‘birlik bezirganlarının’ bizlere kaybettirdiği zaman ve enerji göz önüne alındığında bu “faşist”ten (yani Hitler’den) gerçekten öğrenecek bir şeyler olduğu ortaya çıkmaktadır” cümlesini okuyunca durdum gerçekten.

***

Hayal etmeyi sürdürüyorum. Geçmişe uzanıyor, AGA radyodan TİP’lileri dinliyor, arkadaşların tarihe tanıklık eden notlarını okuyorum. TİP’in zor zamanlarını parçalanmalara karşı duranları, uzak diyarlarda birlik olsun diye çabalayanları izliyorum, yakından bildiklerimi selamlıyorum, Brüksel’de Behice Boran’ın yoğun çabasını, daha sonra birliği Marksizmden uzaklaşarak torpilleyenleri, “yenildik” çığlıklarıyla “bizden bu kadar” diyenleri, “birlik gerekmez, herkes kendi yoluna” diye efelenenleri izliyorum. Kimi zaman bir hüzün bulutu iniyor gözlerime, kimi zaman o hiç vazgeçmeyen, ölene kadar inatla savaşan Mustafa’yı, Sıtkı’yı düşünüyorum.

Ne iyi ettiniz arkadaşlar, çocukluğumdan bugüne 70 yaşıma kadar boşuna yaşamamışım demek ki ben. O günlerden, proletaryanın büyülü kutusunu dinlediğim günlerden bu güne, ne güzel hiç bir şey boşa gitmemiş, ne güzel “birliğin bezirganı” da olmuşuz ne güzel…