Popüler bilim yazımı

Popüler bilim yazımı için birçok yol var: Yapay Zekâ’da olduğu gibi kavramın tanımına birebir uyan örneklerin yanı sıra, bilimsel süreç deneyimlerini aktaran Etnografik Hikayeler, Sipahioğlu’nun yaptığı gibi bilim dalı, Küçüker gibi eldeki zenginlikler, Palaz gibi yaşanan sıkıntılar anlatılabilir.

İzge Günal

Akademinin bilim ve eğitim dışında bir de topluma hizmet görevi olduğu söylenir. Aslında bu bir tür laf cambazlığıdır çünkü zaten böyle bir görev istisnasız her kişi ve kuruluş için tanımlanabilir; yani söylenmesi gereksizdir, işini yapan yani bilgi üreten ve eğitim veren akademisyen topluma hizmet ediyor demektir. Tıpkı işini yapan maliye memuru, belediye çalışanı veya mahalledeki berber gibi. O zaman neden böyle bir tanımlama yapma gereği duyuluyor? Sanırım bilimsel çalışma yapmayanların kendisini iyi hissedebilmesi için. İşin tuhaf yanı, hizmet diye tanımlanan etkinliklerin de piyasaya danışmanlık yapmak veya hekimler için paralı hasta bakmak gibi gelir getirici işler olması. Daha doğrusu ticarete hizmet denmesi.

Elbette başka örnekler de verilebilir ama gerçek anlamda akademi ve hizmet sözcüklerinin birbirine en yaklaştıkları alanın popüler bilim yazımı olduğunu düşünüyorum. Akademisyenin fildişi kulesinden çıkıp, toplumu doğrudan aydınlatmasıdır bence çalıştığı alanı toplumla paylaşması.

Akla, ‘Herkes yazar olabilir mi?’ veya ‘Her konu toplumun ilgisini çeker mi?’ gibi sorular gelebilir ama ben, eğer kişi konusuna egemense bunu herkese anlatabileceğini düşünüyorum. Öyle ya, formasyon eğitimi almadan, öğretmenlik yapma hakkı sadece akademisyenlere verilmiştir, çünkü aktardığı bilginin gelişimine katkıda bulunduğu önsel (a priori) olarak kabul edilir. Aynı kabul neden topluma anlatmak için geçerli olmasın ki? İkinci soruya ise, ‘eğer kişinin çalıştığı alan gerçekten toplumun ilgi alanının çok dışındaysa veya o güne dek zaten yeterince anlatıldıysa, o zaman çalışma sürecini, sorunları, akademiyi anlatabilir’ yanıtı verilebilir. İşte farklı örnekler:

Yapay Zekâ son zamanların ilgi çeken konularından birisi. Bu alanda en çok emek veren akademisyenlerden Cem Say’ın ’50 Soruda’ dizisi için hazırladığı kitapta, kavram tüm yönleriyle ve herkesin ilgisini çekecek bir biçimde anlatılmış. Zaten kısa sürede 21. baskıyı yapmış olması da söylediklerimin kanıtı.

Kitapta her yazılanı tam olarak kavradığımı söyleyemem ama en azından bir fikrim oldu. Aslına bakarsanız popüler bilim kitaplarının gerçek işlevi budur; konuyu öğretmek değil, tanıtmak. Diğer yandan bırakın teknik yazıları, okuduğum romanları bile tam olarak anladığımdan emin değilim ki.

George Boole’un mantıkla cebiri birleştirerek, doğru ve yanlış kavramlarını 1 ve 0’la gösteren düşünce dili projesinden başlayarak yaşamın, doğanın ve insanın programlama dillerine, Google’ın gezegen keşfine, bilgisayarların bizi bizden iyi tanıyabilmesine kadar konunun her boyutu ele alınıyor. Bence Cem Say’ın en büyük başarısı Yapay Zekâyı tarih içerisinde bir yere oturtması; nereden çıktı, nereye gidiyor, nelerle ilişkili, sürecin sıçrama noktaları, kötüye kullanımı…Yani diyalektik bir yaklaşım. İkincisi samimi anlatımı; konuyu olabildiğince basitleştiriyor ama kendini hiç kasmıyor, hatta “Temiz bir havada biraz düşününce görülebileceği gibi…” bile diyor. Elbette bunlar konuya egemenliğinden kaynaklanıyor: “Bir zanaat hakkında ne bildiğinizi anlamanın en iyi yollarından biri, onu bir bilgisayara yaptırabilecek kadar açık şekilde ifade etmek, yani programını yazmaktır.” dese de bence buna, ‘popüler tarzda yazmaktır’ da eklenebilir.

Kitapta beni korkutan yan Tolstoy, Nazım Hikmet, Çaykovski gibi yaratıcıların da algoritması çözülebilir mi düşüncesi oldu. Daha ilerisi, örneğin bahsettiğim üç ustanın yaratıcılıklarının ortak algoritması bulunup, genel anlamıyla sanatsal yaratıcılık da çözülür mü? Kâbus gibi; çözülmeden kalmasında yarar var.

Neyse, sadece Yapay Zekâyı anlamak için değil, popüler bilim yazımını öğrenmek için de okunmalı Cem Say.

Elbette herkesin Cem Say kadar iyi yazmasını beklemek fazla iyimserlik olur ama popüler bilim yazımının başka yolları da vardır. Örneğin, Rabia Harmanşah ve Z. Nilüfer Nahya’nın hazırladığı Etnografik Hikayeler isimli kitapta on akademisyen alan araştırması deneyimlerini aktarıyor. Kitap iki açıdan çok önemli: ilki, etnografya bilimini tanıtıyor. Kitabın başına eklenen bir sunu, bir de giriş yazısıyla bu işlev pekiştirilmiş. İkincisi, alan deneyimlerinin aktarılması daha genç araştırıcılar için de bir kılavuz yerine geçebilir.

“Etnografi, araştırma yapılan topluluğa ilişkin ‘Bu insanlar böyle yaşar’ dediği bir metin olmaktan çok ‘Bu insanlar ve ben böyle yaşadık’ demeye başladığı bir metin haline geldiği” için araştırmacıyla topluluk arasında gelişen duygusal bağlar ve iktidar ilişkileri, araştırmanın nesnelliğini etkileyebilir ve içerde olmanın avantajı, dezavantaja dönüşebilir. Kitapta bu konuda yazılar boyu süren ilginç bir tartışmanın içinde buluyor okur kendini. Demek istediğim, toplam on iki ayrı yazıyı bu sorunun birbirine bağladığı. Bana kalırsa, etnografik alan çalışmalarının en az iki sorumlusu olmalı; içerideki araştırmacının tamamladığını bir de dışarıdaki araştırmacı değerlendirmeli ve tartışarak ortak yeni bir metin üretmeliler. 

Etnografik Hikayeler’de yazarların büyük çoğunluğu kadın. Böyle olunca doğallıkla kadın bakış açısı yazılara yansıyor. Şunu söylemem gerekiyor; yıllar önce ‘Kadın Araştırmalarında Yöntem’ (Sel Yay.) isimli çok yazarlı bir kitap okumuştum. Etnografik Hikayeler, orada okuyup da tam kavrayamadığım kimi noktaları kafamda netleştirdi. Teşekkürler.

Yine yıllar önce “Araştırmanın Diyalektiği” isimli bir ders verirdim. Orada, bir araştırmanın kalite göstergelerinden birinin de araştırma bittiğinde geriye, anlatmaya değecek bir öykünün kalması olduğunu söylerdim. Gerçekten de geride öykü kalmadıysa araştırmanın çok sıkıcı, deyim yerindeyse ‘görev icabı’ olduğunu düşünürüm. Etnografik Hikayeler bu görüşümü pekiştirmekle kalmadı, yeniden böyle bir ders verecek olursam bana epey malzeme sağladı. Tekrar teşekkürler.

Devam edelim, jeomagnetizm nedir bilir misiniz? Osman Nuri Sipahioğlu Türkiye’de Jeomagnetizm Çalışmaları isimli kitabında bu soruyu yanıtlıyor: Jeomagnetizm, dünya'nın manyetik alanını inceleyen jeofizik mühendisliği. Genel olarak bilim dalını tanıtmak da önemli bir popüler bilim yazım yöntemi. Üstelik konu tarihi gelişimi içinde ele alınınca, değişik bilgiler de ediniyor insan. Örneğin, ilk kez Çin’de kullanıldığı düşünülen mıknatıs Osmanlı’ya geldiğinde “elde mıknatıs tutmanın gut ağrılarını hemen geçireceği, sarımsak ve soğan kokusunun mıknatısı bozduğu, ancak teke kanı ile yıkandığında eski özelliklerini yeniden kazanacağına” inanıldığını öğreniyoruz. Her bilim dalının tarihinde böyle ilginçlikler vardır ve yazıma renk katarlar.

Bazı eski fakültelerde ise ilginç koleksiyonlar bulunur. Bunlar ilgili alanda kullandıkları cihazlar ve/veya eğitim materyalleridir ve ciddi tarihi değerleri vardır. Deyim yerindeyse müzeliktirler. Türkiye’de üniversite tarihinin çok kısa olduğu düşünülürse böyle bir şansa öncelikle İstanbul Üniversitesi, sonra İstanbul Teknik Üniversitesi ve belki Ankara Üniversitesi sahip olabilir. Diğerleri için ancak birileri ellerindeki materyali bağışladıysa olasıdır. Bence böyle bir zenginliği olan birimler için bunları toplumla paylaşmak bir görevdir. İstanbul Üniversitesi Biyolojik Bellek Koleksiyonları işte böyle ortaya çıkmış. Orhan Küçüker, botanik ve zooloji materyallerini iki cilt halinde yayınlarken, dijital arşivin oluşturulmasını ise Ersin Turan’la Ahmet Kadri Kurşun üçüncü ciltte anlatmış.

Darülfünun ’da botanik dersleri veren Esad Şerafettin’in (Köprülü) derslerinde kullandığı çok iyi çizilmiş bitki levhalarından, üç boyutlu şapkalı mantar maketlerine, Heilbronn ve Brauner’in cam slayt koleksiyonuna, zooloji materyallerine kadar pek çok ilginç (ve estetik) ders malzemesi sunuluyor kaliteli bir baskıyla. Sergilenen hayvan iskeletleri evrimin ciddi kanıtları olarak dururken, nadir bulunan kitapların kapaklarını görmek bile insanı keyiflendiriyor.

Elbette yazılar da var ciltlerde: koleksiyonların sistematik hal alması ve genişlemesi 1933 reformuyla gerçekleşmiş ve dönemin doğa bilimleriyle ilgili ayrıntılı bilgiler veriliyor kitapta. Öncesinde anılması gereken kişiler de var. Örneğin, 1915-18 yılları arasında Darülfünunda zooloji dersi veren Dr. Boris Zurnik o güne dek uygulanmayan bir yöntemle İstanbul’daki çeşitli okullardaki (özellikle sultanilerdeki) koleksiyon ve örnekleri Maarif Nezareti emriyle toplatıp, zooloji müzesi için ilk materyali bir araya getirmiş.

Aslında ilk iki ciltle ilgili söyleyebileceğim güzel, çok daha fazla şey var ama şunu açıklamam gerekiyor: Bana bu kitapları İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesinden bir arkadaşım verdi; şimdi yazdıklarımı okuyup da pişman olmasını istemem.

Dijital arşivlerin oluşturulma sürecini anlatan üçüncü cildi de sevdim. Daha önce arşivleme ile ilgili iki kitap okumuştum ama pratik uygulamalara ben ilk kez bu kitapta rastladım.

Hasan Palaz TÜBİTAK eski başkan yardımcısı. Dönemin başbakanının (RTE) odasında bulunan dinleme cihazı ile ilgili hazırlanan raporda tahrifat yapması istendiği ancak buna karşı çıktığı için işten atılmıştı. Başından geçenleri Ömrümü Yedin Bay Böcek! adıyla kitaplaştırmış. Palaz “Senaryoyu yazanlar dönemin Başbakanı’nın oligarşik kadrosudur” diyerek durumu net olarak açıklıyor. Ancak iki polis memuruyla uğraşmak için böyle bir kumpas bana biraz fazla geliyor ama kitabın bilim insanlarının zannedildiği gibi korunaklı olmadığını etkileyici bir biçimde anlattığı kanısındayım.

Hasan Palaz, formal eğitimin yanı sıra dini eğitim de almış. Tarikat liderleri Zahit Kotku’dan, Rh.a (=Radiyallahu anh: Allah ondan razı olsun) diye, Esat Coşan’dan Hocaefendi diye bahsediyor ve Fetullah Gülen için “Ülkemizde yetişmiş kaç din alimimiz var ki?” diyor. Yani dünya görüşlerimiz birbirine taban tabana zıt. Ancak akademik yaşamla ilgili anıların da popüler bilim kapsamında olduğunu düşünüyor ve yararlı buluyorum.

Demek istediğim popüler bilim yazımı için birçok yol var: Yapay Zekâ’da olduğu gibi kavramın tanımına birebir uyan örneklerin yanı sıra, bilimsel süreç deneyimlerini aktaran Etnografik Hikayeler, Sipahioğlu’nun yaptığı gibi bilim dalı, Küçüker gibi eldeki zenginlikler, Palaz gibi yaşanan sıkıntılar anlatılabilir. Bunların tümü bilim dünyasını tanıtır niteliktedir. Eğer hiçbiri olmazsa, Metin ve Orkide Donma gibi Ulusal Akademik Yayıncılığımızı Geliştirmek için Önerilen Düzenlemeler tarzında, akademinin kendine özgü sorunlarını paylaşan kitapçıklar hazırlanabilir. Yazarların görüşlerinin hepsine katılmamakla birlikte, yaptıkları işi önemli buluyorum. 

Bu kadar şeyi söyledikten sonra eminim aklınıza gelen soruyu hemen yanıtlayayım: Evet benim de bir popüler bilim kitabım var ve düzenli popüler bilim yazıları yazıyorum. Belki bir gün kendi kitabımı da anlatırım.

KÜNYELER

-Yapay Zekâ. Cem Say, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, 21. baskı 2021. Fiyatı 32 TL.

-Etnografik Hikayeler. Rabia Harmanşah, Z. Nilüfer Nahya (Haz.), Metis Yay., 2. baskı, 2018. Fiyatı 55 TL.

-Türkiye’de Jeomagnetizm Çalışmaları. Osman Necip Sipahioğlu, Türk Fizik Derneği Yay., 2. Baskı, 1985. Sahaflarda 40-50 TL.

-İstanbul Üniversitesi Biyolojik Bellek Koleksiyonları. Cilt I: Botanik, Cilt II: Zooloji, Orhan Küçüker (Haz.), Cilt III: Dijital Fotoğraf Arşivinin Oluşturulması. Ersin Turan, Ahmet Kadri Kurşun. Nobel Tıp Kitabevleri, 2017, 2018. Satılmıyor, Üniversite’den bulunabilir, sitelerinde pdf şekli var.

-Ömrümü Yedin Bay Böcek! Hasan Palaz, Cinius Yay. 3.baskı, 2015. Sahaflarda 4-50 TL arası.

-Ulusal Akademik Yayıncılığımızı Geliştirmek İçin Önerilen Düzenlemeler. M. Metin Donma, Orkide Donma, 2009. Bulması güç, meraklısı ile paylaşabilirim.