Bu yazının konusu modern politikanın temel özellikleri ve bu politikanın bugünkü hali üzerine bazı tespitlerde bulunmak.
Modern olanın tarihsel dönemleştirmesi, en geniş ve kapsayıcı biçimiyle, 15. ve 16.yüzyıl sonrası Avrupa tarihi için yapılabilir. Burada ölçüt kapitalist ekonominin bir "tarz" olarak başlangıcıdır. Kapitalist meta üretiminin "başat" hale gelmesi, toplumsal alanların da tümüyle modern olmasını getirmez. Örneğin modern politika ancak 19.yüzyılın ortalarından itibaren ortaya çıkar. Bu yüzyıl, bu gün bildiğimiz tüm politik kurumların büyük ölçüde ortaya çıktığı bir dönemdir. Partiler, parlemento politikası, yurttaşlar, seçmenler, medya, devlet-sivil toplum ayrımı bu yüzyılda berrak biçimde gelişmiştir. Sınıfsal olarak, sadece liberaller ve muhafazakarlar değil, onların yanında ve karşısında, işçi sınıfının ideolojisi ve organları da gelişmeye başlamıştır.
Denilebilir ki, bu modern politika, en azından Batı Avrupa ve Kuzey Amerika için, 1970'lere kadar başattır. Değişim ekonomide, politikada, haliyle ideolojide de görünmeye başlar. Bilindiği üzere, liberal korumacı ekonomiler neo-liberal politikalarla yer değiştirir. Politika, sınıfsal çıkarların düzenlendiği ve uzlaştırılmaya çalışıldığı örgütlü biçiminden, işçi sınıfının örgütsezliştirldiği, partilerinin ve örgütlerinin geri plana itildiği, neredeyse sadece kapitalistlerin örgütlü ve hakim olduğu biçime evrilir.
İdeolojik alanda yaşananlar, toplumu, sistemi, ilişkileri kavrama biçimlerinin değişiminde kendini gösterir. İlgi alanı, hem ekonomide hem de politikada, devletten topluma, sivil topluma kaymaya başlar. Partiler, sendikalar, önceki "modern" dönemin temel uzlaşma organlarındandır, yerleini, sivil örgütlere bırakmaya başlar. Modern politikanın merkezi olan devlet ve ona temsilci gönderen politik partiler, onların yöneldiği meclis ve parlementolar, kendi bunalımlarını yaşamaya başlarlar. Ne partiler, ne parlemento, eskisi kadar örgütleyici, temsil edici, sorun çözücü olarak görünmektedir. Seçimlere katılım oranları, özellikle gelişmiş Batı toplumlarında giderek düşmeye başlar. Eski sınıfsal ayrımlar, yerini, gruplaşmalara, topluluklara, çıkar gruplarına, yerel öbekleşmelere bırakmaya başlar. Elbette, her türden kimlik tartışmaları kamusal alanı işgal etmeye de. Burada ideoloji dedik, ideoloji böyle bir değişimi anlamak için gelişen tüm bilme, algılama ve ifade biçimlerinde kendini gösterir. Geçmişle hem bir kopuş, hem de bir devamlılık ilişkisi olduğu kolaylıkla farkedilir. Bu nedenle de, modern-sonrası, modern-ötesi kavramlarından daha etkili olanı, "post-modern" kavramı, benimsenir. Hem modern, hem modern ötesi anlamındadır. Bilim ve sanat bu süreklilik ve kopuş ikilemi üzerinden gelişir. Modern ve modern ötesinin aynı anda kullanımına elbette, "modern-öncesi" eklenmelidir. Bu öyle bir karmaşadır ki, ileri-geri, modern ve modern öncesi, modern-sonrası biribirine karışır. Karışık ve aptallaştırıcı bir dönemdir. Gerçeğin ne olduğu üzerine ilerlemiş olan tüm bilimsel gelişme, artık, gerçek ve gerçek-dışı arasında fark olmadığını kabul etmeye başlamıştır. İdeolojide yaşanan en önemli gelişme, bu nedenle, bilimin eski gücünü ve prestijini kaybetmeye başlamış olmasıdır. Bilim, din, sanat arasınnda eski sınırlar da belirgin değildir . Doğru diye bilinenler, aslında doğru diye kabul edilenlerdir. İdeoloji dünyamız, sabitliklerden kurtulmuş, görececilik denizinde yüzmeye başlamıştır.
Politik alan, ideolojide olduğu gibi, en geniş anlamıyla, sol'un geri çekilişine sahne olur. Sadece sosyalist, komünist partiler, örgütler, düşünceler değil, sosyal-demokrat olanları bile geri çekilmeye başlamıştır. Hakim partiler, sağ değil, yeni-sağ'dır. İçinde yeni-liberalizm, yeni-muhafazakarlık ve yeni-popülizm bulunmaktadır. Yeni-sağ, "piyasa-gelenek-aldatma" üçlüsüne indirgenebilecek bir birlikteliktir. Bu birliktelik içinde, sol, en iç halkaya, ideolojik yeniden üretim halkasına doğru geri çekilip, varolmaya çalışmak dışında bir olanağa sahip olmaz.
Ancak, ancak, ancak! 1970'lerde Batı'da başlayan dönüşüm, yerini yine Batı'da 2008 Küresel ekonomik bunalımıyla başka bir dönüşüme bıraktı. Adeta "uzun dalgalar" gibi, yeni bir uzun dalga yükselmeye başlamıştır. Yeni-sağın karşısında, eski sağ'ın karşısında olan partiler, sendikalar, muhalif medya değil, örgütsüz ve zaman zaman kendiliğinden yükselen, çoğu zaman merkezsiz, kitlesel protestolar söz konusudur. Protestolar hızla yükselip, geri gelmek üzere inmekte, bir daha bir daha sesleriyle güç biriktirmekte ve tekrar yükselişe geçmektedir.
Bu türden politik-toplumsal yükselişlerin, kendiliğinden ve patlarcasına gelişmesi, adeta Freud ve sonra Althusser'in de kullandığı "üstten belirleme" (over-determination) kavramını tekrar ele almayı gerektiriyor. Bu kavram, birbirini tetikleyen ve destekleyen, çoğu zaman öngörülemez, farklı gelişmelerin, etki ve itkilerin biraraya gelmesi ve bütün üzerinde dönüştürcü, yıkıcı bir etki yaratması olgusuna işaret etmektedir. En kısa anlamıyla, yıkıcı dinamiklerin özel bir bileşimidir söz konusu olan. Elbette, bu türden bütünsel belirlenimler, zaman ve mekana bağlı olup, önceden görülebilmeleri zordur. Ama, tahmin edilmeleri de olanaklıdır. Ancak bu türden tahminler, özel ve farklı bir zeka da gerektirmektedir.
Yeni-sağ'ın karşısında yer alan örgütlerin durumunu anlamak için tarihteki bazı özel dönemler önerilebilir. Örneğin, işçi sınıfın gelişmeye başlayıp henüz örgütlerini kuramadığı, 1848'in hemen öncesi dönem. Sosyalizm'den komünizme ideolojik olarak, sınıfsal olarak geçilmekte olunan bir dönemdir. "Komünist Manifesto" ve hemen öncesi on yılların Avrupa'sı. İkinci dönem, Rusya'da Bolşevik partinin oluşmakta olduğu yıllar. Üçüncü dönem, Euro-komünizmin oluştuğu ve devrimci müdahelede bulunamadığı, yararlanamadığı 1960'lar Avrupası. Ortak özellikleri, "kitlesel-sınıfsal" hareketlerin kendiliğinden ortaya çıkması ve bu hareketleri yönlendirebilecek örgütlenmelerin (örgütlerin değil sadece) henüz ortaya çıkmaması ya da henüz güçlü olmamaları.
Tekrar modern politikanın sol için iki önemli örgütüne dönelim: Partiler ve sendikalar. Yaklaşık yüzyılı biraz aşkın, solun güç toplayıp güç örgütlediği, aynı zamanda gücün kumanda merkezleridir. Yanlarında sol medya, aydınlar, daha sonra üniversiteler. Elbette, daha sonrasol'un uluslararası devrimci merkezleri, çekim merkezleri olan sosyalist devletler, partiler.
Modern ötesi'nin, aynı zamanda modern olduğunu belirtmiştik. Bu şu anlama geliyor. Sol, eski örgütlerini elbette ihmal edemez, terkedemez. Ancak, onlarla da, yetinemez. Onları değiştirmek, dönüştürmek de zorundadır.
Örneğin, parti ve partilerden çok, partiler ağı yaratmak, ulusal çervenin dışına çıkıp, bölgesel-küresel düşünüp örgütlenebilmek. Küresel oluşumların karşısında, sadece ulusal kalmamak. Leninist olmak ama, yeni-Leninist de olabilmek.
Modern politika ve örgütleri ile modern ideolojiler, bu gün ya zayıftırlar, ya da dönüşerek güçlerini korumaktadırlar. Devlet gittikçe, en sıradan insanların bile kullanabilleceği bir aygıta dönüşmüştür. Marks ile Lenin'in tespiti doğrudur, ve çok daha fazla, "araç", "sopa" işlevi görmektedir. Ama, tek, yoğunlaşmış, sınırları belli bir iktidar kurumsallaşması da değildir sadece. Buradan "sivil toplumculuk" önerisi çıkmaz elbette. Sorun, devletle sivil toplum ayrımının çoktandır belirisiz hale gelmiş olmasıdır. Sivil toplum elbette hala "burjuva sivil toplumu"dur. Marks hala doğrudur. Ancak, bu kavram, aynı zamanda toplumun tüm kesimleriyle "burjuvalaştığını" da işaret eder. Bu burjuvalaşma sürecine, işçi sınıfı da, en kapsayıcı tanımıyla, dahildir. Yüz elli yılın sınıf mücadelesi, işçi sınıfını ve müttefiklerini de, burjuva sivil toplumun parçası haline getirmiştir.
Sosyalistlerin seslenmekte, ulaşmakta zorlandıkları işçi sınıfı, hep vardır, hatta büyümüş, kitleselleşmiştir. Modern politikanın değişiminde, işçi sınıfının bu "kitleselleşmesi" en önemli dinamiklerdendir. Bu nedenle, sınıf ve kitle ayrımını yaparken zorlanıyor, sosyalist mücadeleyi bu yeni ortama uyarlamakta geri kalıyoruz.
Daha önceki yazılarımızda, işçi sınıfını, sınıfı, adeta heykel sanatçısı gibi yaratmaktan, açığa çıkarmaktan, işlemekten söz etmiştik. Kasıt şudur: İşçi sınıfı neredeyse toplumun kendisi olmuş, kitleselleşmiştir. "Sosyalizm" ya da Türkçesi ile "toplumculuk", esas anlamına asıl şimdi kavuşmaktadır. Sosyalizm ve temel gücü işçi sınıfı, toplumsallaşmıştır.
Hala Marks'ın, Lenin'in bıraktığı yerdeyiz. Hem toplum, hem kitle, hem sınıf karşısındayız.
Kendiliğinden gelişen ve artık sıkça, patlarcasına ortaya çıkan "kitle" eylemleri karşısında, hala eski devlet, eski parti, eski sendika kavrayışımızla ne kadar "devrimci" olabiliriz, Lenin'i nasıl yeni-Lenin'e dönüştürebilir, yükseltebiliriz, yaşamsal sorudur. Sınıf büyümüş, kademelere bölünmüş, farklı partilere, örgütlere, ideolojilere dağılmıştır. Sivil toplum "burjuva" sivil toplumdan, gerçek topluma doğru evrilmeye de başlamıştır.
Keşke, işçi sınıfı derli toplu, örgütlü, yeri yurdu belli bir "grup" olsaydı da, onunla görüşerek onu "davasına" ikna etmek olanaklı olsaydı.
Ama biz sosyoljiyi değil, Marksist kuramı savunuyoruz. Sınıfı bir gelir grubu olarak görmüyoruz. En geniş anlamıyla, topluma dağılmış, toplum olmuş, kitleselmiş işçi sınıfını görüyoruz.
Toplum, kitle, sınıf ilişkisi üzerine, bu günün gözüyle tekrar başa, ama daha ilerisi için.
"Politik Alan" yazılarımıza devam edeceğiz.