Peki, şimdi ne yapacağız?

Tayyip Erdoğan ilk turda seçilmesi için yeterli olan ancak "Yeni Türkiye" iddiasını taşımanın çok gerisinde bir oy oranı ile seçildi.

Tayyip Erdoğan'ın temsil ettiği yeni sermaye rejiminin uzunca bir süre daha normalleşemeyeceğini öngörüyorduk; sandık böylesi bir normalleşmeyi daha da zorlaştırdı.

Ana akım medyanın nerede ise tümü AKP'nin ne kadar başarılı olduğunu, Tayyip Erdoğan'ın aslında yere sığmadığı gibi göğe de sığmayacağını anlatma çabasına gireceklerdir ama beyhude..

Her yönden ve her düzeyde sıkışan Tayyip Erdoğan iktidarının süt liman (milk port da diyorlar) bir iklime erişmesi görünür gelecekte pek de mümkün görünmüyor. Erdoğan'ın temsil ettiği yeni rejim sadece genel seçimlere kadar değil onun sonrasında da toplumsal pek çok başlıkta zorlanacaktır.

Meselemiz tam da buradadır, Türkiye Sosyalist Hareketi milletin şefi, ümmetin lideri olma iddiası taşıyan bir tek parti devletinin fırtınalarına salt kuru lafla müdahale ettiği yanılsamasını sürdürecek mi, yoksa Haziran 2013'te açılan kapının eşiğinden gerçekten geçebilme cüretini gösterebilecek mi?

Türkiye Sosyalist Hareketi'nin önünde -uzunca bir dönem sonra- toplumun tüm gözeneklerine nüfuz etme, toplumsal mücadeleler içinde demlenen hak ve özgürlük taleplerinin tümünün taşıyıcısı olma olanağı belirmiştir.

Belki bir devrim değil ama gerçek bir toplumsallaşma/atılım olanağı kapımızı çaldı.

Erdoğan iktidarı da bunu (belki de bizden daha fazla) görmekte, memleketin en azından batısındaki biricik muhalefet olanağı olan, Gezi'de sokağa çıkan kitlelerle ve onların talepleri ile bir tür hesaplaşmayı yapılacaklar listesinin ilk sıralarına yazmaktadır.

Daha öncede söylemiştik; kitlelerin, siyaseti kendilerinden uzakta, çok güçlü, çok paralı, akıl ermez saiklerle hareket eden insanların yahut çıkar çevrelerinin iştigal ettiği bir bahis olarak algıladığı ve etki etmek için hamle dahi etmediği bir halden kısmen dahi hayır çıkmayacağını akıldan çıkarmayacağız.

Emeği ile geçinen yurttaşların hak mücadelelerini, neo-liberalizmin meşruiyet kaynağı temsili demokrasi mekanizmalarını aşarak, devlet katındaki siyasette -bir kenar süsü değil- esas mesele haline getirmeleri bizim için esastır. Böyle bir mücadelenin meşruiyetinin, düzenin meşrebinde değil, kendi sözümüz ve eylemimizde kurulması önümüzü açacak biricik yöntem ve hatta tek olanaktır.

Yeni bir sermaye rejimi inşa edilirken, bu neo-liberal muhafazakâr otoriter rejime duyulan çok yönlü ve çok bileşenli öfkenin, Tayyip Erdoğan şahsında “birleşik bir enerjiye” dönüşmesi sağlanamadığında ve fışkıran kitle hareketine mevcut zeminler adeta bir deli gömleği gibi giydirilmeye çalışıldığında, sadece Kürt illerinde değil batıda da temsili demokrasi mekanizmalarını aşarak umut örgütlenmeye çalışılmadığında, en yakın çevremizin dahi umutsuzluğa kapıldığını bir an olsun aklımızdan çıkarmayacağız.

Haziran Günleri’nin kitlesel, militan ve meşruiyeti yalnızca kendi fikrinde, eyleminde kurma özelliği önemlidir deyip geçmemeli, bu kabına sığmaz toplumsal kıpırtıların mayalanarak derinleşebileceği mecralar açabilmeliyiz. Gezi Ruhu ile tuz ruhu arasındaki fark bu toplumsal hareketliliğin akacağı ve karşısına çıkan baraj duvarlarını (en azından) zorlayabileceği yolları açmayı, bu yol açma hedefini parçası olduğumuz kitlelerin hedefine koymayı başarmalıyız.

Toplumsal mücadelelerin açık alanda, reel siyaset zemininde de mevzi elde edememesi durumunda, bangır bangır gelen bir tek adam devleti karşısında, 2013 Haziranı’nda aşılan korku duvarının arkasına yeniden hapsolma riskini de açık yüreklilikle dile getireceğiz.

Kürt Hareketi'nin 30 Mart yerel seçimlerinde yaptığı hataların neredeyse hiç birisini yapmadan, örneğin İstanbul'daki seküler, solcu seçmene hitap etmenin yolunun AKP ile ringe çıkmaktan geçtiğini görmesi ve göstermesinin İstanbul düzeyindeki sonucuna burun kıvırmayacağız. İstanbul sonuçlarının bizim için olduğu kadar Kürt Hareketi açısından da ne denli önemli olduğunu ısrarla saptayacağız.

Bir kez daha ve ısrarla, Kürt hareketi ile sosyalist sol arasında “bakışımlı bir siyaset” geliştirilmesi olanaklarının çoğaltılmasının ne kadar önemli olduğunun altını çizeceğiz.

Sonuç olarak, Tayyip Erdoğan’ın temsil ettiği bu yeni düzenin “normalleşmesi” uzunca bir süre daha mümkün görünmüyor; ve bu yüzden de tıpkı Tayyip Erdoğan gibi Haziran 2013 hiç yaşanmamışçasına davranamayacağımızı bir an olsun akıldan çıkarmayacağız.

Bu tarihsel anda, toplumsal muhalefet güçlerinin direnişini odaklamak, belki de bir koalisyon olarak kavranabilmesini sağlamak, şu an için tahmin edilemeyecek sonuçlara gebedir.

Bu yolda yapılması artık zorunlu hale gelen ise bir direniş çizgisini inşa edecek, belki yeni değil, ama ısrarlı bir siyaseti kurmak olmalıdır.