Partizan yargı(lamalar)

Bu yazıda sadece üç örneğine değinilen yargısal görünümlü politik müdahale süreçleriyle hedeflenenin siyasi iktidarın alan temizliği ve siyaset alanının kendi lehine daraltılması çabası olduğu su götürmez bir gerçek.

Gezi Davası’nda yargılananlardan Osman Kavala 4,5 yıldır, karar duruşmasında tutuklananlar ise 15 gündür demir parmaklıkların ardındalar. 

Mücella Yapıcı, Can Atalay, Tayfun Kahraman ve diğerlerinin ne dün mahkeme salonunda ne de bugün cezaevinde herhangi bir pişmanlıkları olmadı. Bilakis yurttaşların yaşam alanlarını savundukları için, herkese özgürlük istedikleri için, Gezi Parkı ve o ağaçlar hala yerli yerinde durduğu için elbette hepimizin taşıdığı haklı gururu taşıyorlar ve bugün için herkesten çok hak ediyorlar bu gururu taşımayı.

Savunmalarında hep dillendirdikleri gibi ne karşımızda bir mahkeme vardı ne de yürütülen bir yargılama faaliyetiydi. İktidarın kısa vadeli planlarına hizmet eden dava görünümlü bir siyasal tahakküm kurma çabasının kötü bir kurgusundan ibaretti yaşadıklarımız. Bu “yargılamanın” ilk amacı elbette iktidarın Gezi Direnişi’ne duyduğu tarihsel düşmanlık ve hesap görme isteğiydi. Milyonların, özgürlük talebiyle ve haklı itirazlarıyla sokakları doldurduğu görkemli günleri ve sahip oldukları tüm güce rağmen Gezi Parkı’nı yıkıp kışla yapamamanın yenilgisini her hatırladıklarında saldırganlaşıyorlardı. Hesaplaşmanın öne çıkan diğer kısmı ise söz konusu cezaların ve tutuklama kararlarıyla muhalefete gözdağı verilmesi isteğiydi. Erdoğan’ın konuşmasında da belirttiği “bundan sonra benzeri eylemleri yapacakların, başlarına gelecekleri görmesi” minvalli açıklaması her türlü toplumsal itirazın, barışçıl ve demokratik hak arayışının “hükümeti devirmeye teşebbüs” olarak yorumlayacaklarının tehdidi niteliğinde.

Gezi kararına imza atan hakimlerden birinin 2018 yılında AKP milletvekili aday adayı olması ve eşinin de Fethullahçı örgütlenmenin içinde olduğuna dair kendi beyanlarının ortaya çıkmasıyla birlikte verilen kararın siyasallığı iyice pekişmiş oldu. Gerek AKP öncesinde gerekse AKP iktidarının ilk yıllarında yargı-iktidar ilişkileri üzeri örtülü şekilde yürütülürken, 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında Fethullahçı kadrolardan boşalan hâkim-savcı koltuklarının yüzlerce AKP üye/yöneticisi ile çeşitli tarikat ve cemaat mensupları doldurularak bu örtü kaldırılmış ve açık bir tahakküm dönemine geçilmişti. Yargının kâğıt üzerindeki “bağımsızlığı ve tarafsızlığı” tamamen rafa kaldırılarak tesis edilen “partizan yargı”, tek adam döneminin ruhuna uygun bir şekilde örgütlenmiş ve faaliyetlerine hız kesmeden devam ediyor.

Dönemin ruhunu yansıtan bir diğer dava da bu hafta duruşmalarına devam edilecek olan, HDP üye ve yöneticilerinin birçoğunun tutuklu olarak yargılandıkları Kobani davası. HDP’li 108 kişi hakkında açılan ve binlerce klasörden oluşan davada, 2014 yılındaki eylemleri “azmettirdikleri” iddia edilerek eylemlerden 7 yıl sonra iddianame düzenlenmişti. Bu davadaki onlarca suçlamanın merkezinde ise “devletin birliğini ve ülke bütünlüğü bozma” yer almakta. Dava dosyasındaki hukuksuzlukların saymakla bitmeyeceği bu politik “yargılama” faaliyetinin Gezi Davası’yla benzerliğine de değinmekte fayda var.

Gezi Davası’ndaki üye hakimlerden birinin AKP’den milletvekili aday adayı olmasından daha büyük bir skandal ise Kobani davasının mahkeme başkanıyla ilgili yaşandı. Davanın başından beri her türlü hukuksuzluğun altında imzası bulunan mahkeme başkanı olan Bahtiyar Çolak, “Atadedeler” isimli suç örgütünün kurucu ve yöneticisi olduğu iddiasıyla gözaltına alınmış, etkin pişmanlıktan faydalanarak hakkındaki suçlamaları kabul etmiş ve ev hapsi adli kontrolü ile hakkındaki soruşturmanın devam ettiği ortaya çıkmıştı. Dava sürerken meslekten de ayrılan bu kişinin çete yöneticisi olduğunu itiraf etmesi Kobani davasındaki kumpas iddialarını da tekrar gündeme taşırken, yargı-siyaset-mafya ilişkilerinin boyutunu da bir kez daha gözler önüne serdi.

Bu haftaki bir diğer dava da Anayasa Mahkemesi önündeki HDP’ye açılan kapatma davası. Anayasa Mahkemesi’nce, 12 Mayıs Perşembe günü Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nca dosyaya sunulan ek delillere ilişkin talebin incelemesi yapılacak. Seçimlere bir yıla yakın bir zaman kalmışken Saray-Cumhur İttifakı yaşadığı güç kaybı, ekonomik kriz ve toplumda artan hoşnutsuzluklar karşısında seçim kanunlarında ve siyasi partiler kanunundaki değişiklikleri Meclis’ten apar topar geçirdi. İktidar bloğu bu hamlenin yanı sıra kendi gücünü artıramadığının da farkındalığıyla muhalefeti zayıflatmak, etkisini azaltmak ve gayri meşru her yolu deneyerek seçimlere girme isteğinin sinyallerini de açıktan vermeye başladı. HDP’ye açılan kapatma davası da bu çerçevede önümüzdeki sürecin önemli adımlarından biri olacak gibi görünmekle birlikte siyasetin sadece masa başı mühendisliklerine sığmayacağını, tam aksine toplumsal mücadelenin konusu olduğunu bir kez daha hatırlatarak devam edelim.

Bu yazıda sadece üç örneğine değinilen yargısal görünümlü politik müdahale süreçleriyle hedeflenenin siyasi iktidarın alan temizliği ve siyaset alanının kendi lehine daraltılması çabası olduğu su götürmez bir gerçek. Toplumsal itirazların yükselmeye başlamasıyla, iktidarın halka korku salma/muhalefeti sindirme stratejisine paralel olarak yargının daha da partizanlaşan marjinal dönüşümü de devam etmekte. 

Yargının açıktan ve doğrudan bir siyasal aparata dönüşmesi ile birlikte politik davaların “toplumsal susturucu” işlevi karşısında Gezi’den en fazla öğrendiğimiz ama son zamanlarda sıkça aksattığımız dayanışma ve birbirimize sahip çıkma ruhunu yeniden diriltmemiz gerektiği de açık. 

Yaşadığımız karanlığı yırtıp atmak için dayanışmayı sokakta da adliyelerde de sandıkta da yeniden var edebilmek, hiç kimseyi gerçekten yalnız bırakmadan tıpkı kadın hareketinin geçen haftaki İstanbul Sözleşmesi duruşmasında sergilediği pratik gibi hep birlikte eşitliğin, özgürlüğün, kardeşliğin ve adaletin sesini daha güçlü kılacak seçeneği güçlendirmekten başka çaremiz kalmadı.

Köprüden önce son çıkış; ya hep beraber ya hiç birimiz!