Parazit: Bu koku kimin, neyin kokusu?

Bu yılki Cannes Film Festivali’nde en büyük ödül olan Altın Palmiye’yi kazanan G. Kore yapımı Parazit (Gisaengchung/Parasite), geçtiğimiz aylarda Adana Film Festivali’nde ve Filmekimi’nde izleyici karşısında çıktıktan sona dün (cumartesi) Bir Film dağıtımıyla vizyona girdi. 

G. Kore’nin Oscar adayı Parazit, zengin bir ailenin evinde teker teker ve hem aynı ailenin fertleri, hem de aslında bir hayli ‘vasıfsız’ elemanlar olduklarını gizleyip birbirlerine referans vermeleri sayesinde özel öğretmen, şoför, hizmetçi olarak çalışmaya başlayan yoksul bir aileyi konu alıyor. Absürt ve kara mizahi yapıdaki film, son çeyreğinde bu dokusuna yer yer birer nebze gerilim ve dehşet de katarak 132 dakikalık süresini hiç hissettirmeden baştan sona ilgiyle, sürükleyici biçimde kendisini izlettiriyor. Filmin anlatısının, sınıfsal çelişki eksenini alışılmıştan farklı bir şekilde yansıtan tuhaf bir yönelimde olduğu aşikar. Bu yönelimi yakından mercek altına aldığımızda  ise, karşımıza bir dizi ilginç motif çıkıyor.

Bir hayli sefalet içinde yaşayan yoksul ailenin çareyi, zengin bir ailenin yanına ‘asalak gibi’ yerleşip ‘asalak gibi’ yaşamaya başlamakta bulmaları ve adeta onları fark etmeyecekleri düzeyde ‘sömürmeleri’ tartışmaya açık, kışkırtıcı bir temsil. Burada zengin ailenin, hiçbir şeyin farkına varamayacak kadar kuş beyinli, ayrıca sık sık İngilizce ifadeler kullanmaları üzerinden imlendiği üzere ‘özenti’ oluşlarının teşhiri, göze çarpan ama aslında tali bir unsur. Yoksul ve asalaklaşan aile ise, tam anlamıyla ‘malın gözü.’ Dolayısıyla filmin ana gövdesi boyunca izleyicinin bu ailenin ‘tarafını tutmaya’ yönlendiriliyor oluşu, bıçak ucu keskinliğinde netameli bir konum: Bir tarafta özenti zenginlerin usulca alay konusu yapılması, diğer tarafta ise ‘malın gözü’ olmanın matah biçimde sunumu söz konusu. 

Ancak film ilerledikçe bu sorunlu ikilikler gittikçe karmaşıklaşıyor ve film daha anlamlı bir rotaya yöneliyor. Yoksul ailenin, özel öğretmenler olarak zengin aile yanında iş bulan gençleri, yetişkinlerinin de aynı evde iş bulabilmeleri adına bu evdeki diğer çalışanları (hizmetçi ile şoför) kovdurtuyorlar. Bir müddet sonra bir gün baba Ki-taek, kovdurtmuş oldukları eski şoförün yeniden iş bulabilmiş olup olmadığını merak ettiğini söylediğinde filmde ilk kez bir karakter nispeten vicdani, insani bir emare göstermiş oluyor. Babasının bu beyanına kızı Ki-jung ise “boşver, bize ne?” minvalinde umursamaz, duyarsız bir karşılık veriyor. 

Baba ve kız arasındaki bu potansiyel zıtlık, filmin anahtar unsurlarından biri kanımca. Ki-jung, erkek kardeşinin daha önce bir kez belirttiği ve dolayısıyla izleyicilere de anımsatıldığı, adeta izleyicilerin bu hususu unutmamaları gerektiği vurgulandığı üzere hal, tavır ve hatta görünüm olarak zenginlerin evine en doğal biçimde uyum sağlayan aile ferdi. Ve baba-kız arasındaki bu kısa diyalogda ortaya çıktığı üzere aynı zamanda en acımasız, aslen sınıfsal olarak ait olmadığı halde dahil olmaya hazır ve nazır olduğu sınıfa yapısal olarak içsel temel değerleri en fazla içselleştirmiş, emekçi değerlerinden en nasibini almamış olanı da Ki-jung. 

Filmin takriben ikinci yarısından itibaren öne çıkan bir motif olan koku motifinden ise, nispeten en vicdanlı aile ferdi olduğunu gördüğümüz Ki-taek’in zengin aile nezdinde ortama en az uyum sağlayabilen fert olduğunu anlıyoruz: Zengin ailenin babası, Ki-taek’te rahatsız edici bir koku duymaktadır; bu koku, yeni hizmetkarlarının hepsinde belli belirsiz vardır ama en fazla Ki-taek’te hissedilmektedir. Öykünün realist düzleminde bu kokunun nedeni muhtemelen yoksul Kim ailesinin aslında hep beraber yaşadıkları bodrum dairesinde üstlerine sinmiş olması; yani, bir anlamda yoksulluğun kokusu söz konusu. Ancak bu kokunun zengin aile tarafından özellikle Ki-taek üzerinden en fazla rahatsız edici olarak dikkat çekmesi, Ki-taek’in nispeten, daha doğrusu potansiyel olarak en vicdanlı, en insani oluşunun izleyiciye imlenmiş olmasıyla birleştiğinde söz konusu koku, salt birebir yoksulluğun göstereni değil, işçi sınıfını burjuvaziden ayırması gereken sınıfsal tavrın da -sınıfsal dayanışma potansiyelinin- metaforu olma özelliği kazanıyor. Nitekim filmin son çeyreğinde bıçak kemiğe –bir sınıfdaşının kemiğine!- dayandığında yapılması gerekeni yapan, karşısındaki patronunun gerçek yüzünün ayırdına varıp onun muarızı olduğunu duyumsayan ve bu farkındalıkla davranan da Ki-taek olacaktır.

Parazit “yılın en iyi filmi” mi değil mi tartışılır -yılın henüz bitmemiş olması bir yana; geçen yılın Altın Palmiyesini kazanmış, ülkemizde ise, bu yılın ilk haftalarında vizyona girmiş olan Japon yapımı Arakçılar (Manbiki kazoku/Shoplifters, 2018) benim Parazit’ten çok daha değerli bulduğum bir film örneğin- ama yılın en dikkate değer filmlerinden biri olduğuna kuşku yok. Parazit’e ilişkin temel bir şerhimi açımlamak için filmin finalini ele almam gerekli, dolayısıyla filmi henüz izlememiş ama izlemeye niyetli ve finalini önceden okumuş olmak istemeyenler aşağıdaki paragrafı atlayıp haftanın diğer bazı filmlerini değerlendirdiğim, daha aşağıdaki alt başlıklara geçebilirler.

Filmin son çeyreğinde Ki-taek, bir doğum günü partisi esnasında zengin ailenin babasını öldürdükten sonra kaçıyor ve ortadan kayboluyor. Parazit bu noktada bitse, yani kanlı doğumlu günü partisi filmin finali olsaydı, benim nezdimde de bir başyapıt olabilirdi. Ancak epilog nitelikli son bir bölümde babalarının bu evin gizli bodrumuna saklanmış ve orada yaşıyor olduğunu öğreniyor çocukları ve gelecekte bir gün babalarını kurtarmak amacıyla o evi satın alabilmek için artık çok çalışarak zengin olmayı hedeflemeyi kararlaştırıyorlar... Çocukların bu yönelime girmeleri ile yönetmen/senarist Bong Joon Ho ‘ironi’ yapmayı amaçlamış ise şayet, kullanılan sinemasal anlatım dili üzerinden herhangi bir ironik niyet kendini hissettirmiyor. Bu haliyle, ana akım bir Hollywood yönetmeninin/senaristinin yapacağı bir tercih gibi duruyor; örneğin, sıra dışı bir Uzak Doğu filminin Hollywood’daki yeniden çevriminde görsek şaşırmayacağımız bir tercih. Bu final ile Parazit’in Oscar şansı güvenceye mi alınmak istenmiş diye düşünmeden edemiyorum. 

Terminatör: Kara Kader

Yapay zekaya sahip makinaların egemen olduğu ve insanların bu egemenliğe karşı direnişe geçtiği bir gelecek zaman diliminden günümüze gönderilip, o direnişin nüvelerini önceden ortadan kaldırmakla görevli sibernetik bir suikastçının etrafında dönen ‘Terminatör’ filmlerinin altıncısı Terminatör: Kara Kader (Terminator: Dark Fate) de bu hafta vizyona yeni giren filmler arasında yer alıyor. Terminatör: Kara Kader, serinin, yüksek olmayan beklentilerle izlenmek kaydıyla, eğlenceli bir seyir deneyimi sunan ve ilginç güncel motifler içeren bir halkası.

Filmin en başta göze çarpan özelliği, bu kez gelecekteki direnişin liderinin ve dolayısıyla insanlığın kurtuluş umudunun beyaz Amerikalılar arasından değil, Meksikalılar arasından çıkacak olması. Hatta filmin ilk yarısı, bu Meksikalı kadının ve onu koruma görevini üstlenmiş olan filmin diğer (ikisi önceki filmlerden baki) temel karakterlerinin Meksika-ABD sınırını kaçak yollardan geçme çabalarını perdeye getiriyor. Dolayısıyla Terminatör: Kara Kader, Meksika’dan kaçak göçmen geçişini engellemek amacıyla Meksika-ABD sınırına duvar örme vaadini, temel siyasi vaadi olarak öne çıkarmış Başkan Trump’a, temel karakterlerini Trump’ın engellemeye çalıştığı kaçak göç faaliyeti içine koyarak örtük ama tereddütsüz biçimde nanik yapan bir film.

Ayrıca seriyi başlatan ve artık kültleşmiş ilk filmde terminatörün hedefi, gelecekteki direnişin liderini doğuracak kadın iken, bu kez yok edilmeye çalışılan (Meksikalı) kadın, gelecekteki direnişin liderinin müstakbel annesi konumunda değil, bizzat direnişin müstakbel yeni lideri olacağı için hedefte. Yani anlatının merkezindeki kadın figür, artık müstakbel “anne” konumuna ve işlevine indirgenmemiş.

Merhaba Güzel Vatanım

Haftanın öne çıkan yerli yapımı ise Nazım Hikmet’in ve gençliğinde bir dönem TKP’li olmuş, o yıllarda Moskova’daki “parti okulunda” da bulunmuş, günümüzün çok satan polisiye romanları yazarı Ahmet Ümit’in yaşamlarının Moskova yılları dahil genişçe birer kesitini iç içe konu alan ve senaryosunu bizzat Ahmet Ümit’in yazdığı dramatize belgesel Merhaba Güzel Vatanım.

Ne polisiye janrını, ne de Ahmet Ümit’in ülkemizde bu janrda ürün veren yazarlar içindeki yerini küçümsemiyorum ama ülkemizin ve hatta dünyanın en önemli edebiyatçılarından Nazım Hikmet’i,  aynı klasmandan olmayan bir başka isimle beraber anmak abes. Keza Nazım’ın yıllar boyu hapis ve sürgünle geçen ve sonuna dek örgütlü olduğu yaşamının siyasi yönünü bir başka ismin siyasi geçmişiyle beraber anmak da. Bütün bunlar bir yana, Ahmet Ümit’in imzasını taşıyan senaryodan çekilmiş bu belgeselde anlatıcı üst ses üzerinden Ahmet Ümit hakkında “atılgandı, gözü pekti” gibi ifadeler kullanılması hakkında ise söyleyecek söz bulmakta zorlanıyorum...

Aslında potansiyel olarak Merhaba Güzel Vatanım bir ülkenin ilerlemesinde, özgürleşmesinde edebiyat dahil kültürel alandaki üretimin önemi gibi dikkate değer yönelimlere sahip. Kaldı ki Nazım Hikmet’in – veya bu ülkedeki ilerici mücadelelere katkı yapmış herhangi bir yurttaşın – salt bilgilendirici düzeyde olsa dahi tanıtılması değerli bir çaba olur(du). Ancak yukarıda değindiğim abesliklere ek olarak, kimi oyunculuk performanslarının düzeyi başta olmak üzere filmin dramatize bir belgesel olarak da pek çok defosu, bu potansiyelini hakkıyla yerine getirmesine set vuruyor.