Özcülük, belirlenme ve din

Erken uyarı sistemini hemen en başta devreye sokalım: Yazı “teoriktir”; özellikle bu sıcaklarda çekilmeyeceğini düşünenler hiç başlamayabilirler.

Konumuz ise özcülük...

Özcülük, olguların kendi içsel ve evrensel özelliklerinden söz eder. Bunlar, yerleşik, süreklilik taşıyan ve tanımlayıcı özelliklerdir. Ancak, olgular, bu içsel özelliklerini korurken kendilerini somut olarak farklı eklemlenmelerle, farklı biçimlerde ortaya koyar.

Örneğin kapitalizmin özü, metalaşma ve meta üretiminin başat duruma gelmesidir. Ücretli emek sömürüsü,  metalaşmadan sonra gelir; çünkü ücretli emek sömürüsünün gerçekleşebilmesi için önce emeğin meta haline gelmesi gerekir. 

Kapitalizmin kendi tarihsel gelişimi süresince büründüğü biçimler ve ulaştığı aşamalar ne olursa olsun bu değişimler kapitalizmin özünü, yani metalaşmayı ve meta üretimi zorunluluğunu ortadan kaldırmaz.

Başka bir örnek verecek olursak devletin özü de bu kurumun bir baskı aygıtı olmasıdır.

Devlet, “meşru” şiddet kullanımında tekel sahibi bir baskı aygıtıdır. O halde devletin belirli tarihsel dönemlerde sermaye birikim süreçlerinde önemli roller oynaması ya da kritik kimi uğraklarda toplumun “yok olmasını” önlemek üzere hakemlik yapması, devletin “özüyle” ilgili durumlar değildir. Bunlar, öz aynı kalmak üzere, devletin alabileceği somut biçimlenmeler, yüklenebileceği işlevlerdir.

***

Özcülük indirgemeciliği mi getirir?

İndirgemecilikten, ancak, özün belirli bir uğraktaki ilişkileri ve bağlantıları, bunların hep birlikte oluşturduğu bütünlük görmezden gelindiğinde söz edilebilir. İndirgemeci yaklaşımlarda, sadece en “yalın” haliyle öze bakılır, her şey bununla açıklanır. Verili herhangi bir somut bütünsellik farklı yönleriyle çözümlenirken öze başvurularda bulunulması ise indirgemecilik değildir.

Buna karşılık, özel bir şekillenmenin, özün kendisini de köklü biçimde değiştirecek bir etki yaratabileceği düşüncesi ve örneğin üst belirleme kavramının bu anlamda kullanılması, bilimsellik sınırları dışına çıkılması demektir.  Artık, zamandaki ve mekândaki her özel şekillenme benzersizdir, biriciktir. Çok sayıda olgunun, tezahürün, durumun, vb. ortak açıklayıcısı bir öz artık yoktur…

Marksizm’le ilgili tartışmalarda ya da Marksist yönetimin kullanımında “indirgemecilikten kaçınma” adına yapılan da bundan başka bir şey değildir.

***

1997 yılında 8 yıllık zorunlu eğitim yasalaştığında imam hatiplerin geleceğinden endişe edenler bir gösteri yürüyüşü yapmışlardı. Yürüyüş sırasında önünden geçen kalabalığa Atatürk resmi gösteren Chantal Zakari adlı TC yurttaşını hatırlayanlar çıkacaktır.

Kalabalıktan herhangi bir saldırı gelmemişti.

Peki, geçenlerde Ayasofya’nın ibadete açıldığı gün camiye doğru yürüyen kalabalıklara biri çıkıp Atatürk resmi gösterseydi ne olurdu? 

Herhalde 1997 yılındaki gibi olmazdı…

O zaman soralım: 1997 yılındaki yürüyüşçü kesimin sahiplendiği din ile 2020 yılında Ayasofya’ya yürüyenlerin sahiplendiği din özde birbirinden farklı mıdır?  Taşıyıcılarının (malum nedenlerle) bugün 23 yıl öncesine göre daha “özgüvenli” ve saldırgan olmaları, dinin özüne ilişkin farkı bir yorumun sonucu mudur?

Böyle olduğunu düşünmüyoruz.

Dinde (de) kendini bu alandaki kurumsallaşmalarla açığa vuran bir öz vardır. Bu kurumsallaşma, dinin siyasallaşmasıyla, tarikat ve cemaatlerle, din eğitimi veren kurumlarla, dinin belirli bir yorumunu temsil eden siyasal partilerle ve dinin kendisinin devlet katındaki örgütlenmesiyle ortaya çıkar.

Dinin özü diyorsak, bu öz insanın kendi yaşamının öznesi olmasını reddeder, onu “kul” olarak basit bir taşıyıcı sayar… “Yaratılışçılık” düşüncesi, değişim, gelişim, eşitlik, özgürlük gibi modern çağlara özgü nosyonları dışlar…

Bu öz için “özel alanda kalsın” denebilir ve öyle demek gerekir.

Ancak, az önce sözünü ettiğimiz kurumsallaşmalar özel alanda kalması gerekeni kamusal ve siyasal alana taşıdığında özün kendini her tür olumsuzluğuyla ortaya koyması ve dayatması kaçınılmazdır. Daha açık, daha “determinist” biçimde söylersek: Din, kurumsallaşmayla, başka alanlara taşınmayla ve siyasallaşmayla (olumlu yönde) değişebilecek bir öze sahip değildir.

Bu araçların ya da dolayımların, dini “üstbelirleyen” bir etki yaratması da…

Bu nedenle, dinin özü 1997 yılında neyse 2020 yılında da odur.

Değişen, kamusal ve siyasal alanda kurumsallaşmayla artan ağırlık ve bununla gelen özgüvendir.