Ortadoğu ve Doğu Akdeniz rüzgârları-06: MEB ve Türkiye’nin Libya’da ne işi var…

Söze konuyla ilgisi olmayan bir giriş yapayım. 

Kıbrıs’tan Türkiye’ye gelme arifesindeydim.

Eczacılıkla ilgili bir toplantı var ve Ankara’ya gitmem gerekiyor.

Tam da o sırada, gündeme, Kuzey Kıbrıs’ın ilk koronavirüs (Kovid-19) vakası düşüyor. Bir Alman turist kafilesi, Mağusa, “Salamis Bay” otelinde ikamet halindeyken, turistlerden birisinde Kovid-19 pozitif bir laboratuvar bulgusu, adanın görece sakin hayatına bomba gibi düşüyor.

Nereden baksanız, Kuzey Kıbrıs’taki üniversitelerde, yüz binin üstünde öğrenci var. KKTC ve TC kökenli öğrenciler, tam öyle olmasa bile, azınlıkta ve kahir ekseriyet, Akdeniz civarına kümelenmiş Orta Doğu ve Afrika ülkelerinden. 

Hayli İranlı öğrenci de var. İran-Türkiye sınırları bu pandemiyle ilgili kapatılmış olmasına karşın, İranlı öğrenciler önce Azerbaycan’a, oradan Türkiye üzerinden Kıbrıs’a çoktan ulaşmış durumda…  

Kısacası, salgın odak ülkeden değil, Avrupa üzerinden adaya giriş yapıyor. Güney kesimde de iki veya birkaç daha fazla hastanın varlığı da duyulmuşken ve açık olan dört sınır kapısından üçü önlem olarak kapalı tutulurken, virüs çoktan uçakla kuzeye giriş yapmış oluyor.

Haberler, market ve eczanelere, harp stoku oluşturma hücumu olduğundan bahsediyor.

Adı kapitalizm ya; fırsatçılıktan beslenen bu sermaye birikim rejimi, hemen mal fiyatlarına karaborsa zamları yapıyor. Mendil paketi fiyatındaki maskeler yüzlerce lira seviyesine atlayıveriyor. Vesaire, vesaire…

Biletim var ama merak bu ya, virüs haberinin olduğu gün Türkiye tek yön gidiş bilet fiyatlarına bakıyorum. Adaya işleyen iki firmadan birisinin ekranında son iki koltuk 2055 TL görünüyor. Kapitalizmin arz-talep dengesi, tahterevalli sallanmasında ve acayip işliyor. Ben hayret edip dururken, birkaç dakika içinde o iki koltuk da ekrandan satılıveriyor.

Bunu hemen takiben, adeta beklenen haber Türkiye’den de geliyor.

Ben iki yüz liraya aldığım biletimle sorunsuz ve uçarak geliyorum. Tabii havaalanı insan manzaraları ayrı bir görüntüde ve Esenboğa’da termal kameralara poz verip, onay alarak geçiyorum. O sıralarda, katılacağım toplantı da çoktan iptal sınıfına dâhil oluyor.

Dünya alarmda. ABD, Avrupa Birliği ülkesi vatandaşları için, ülkeye girişte bir aylık yasak koyuyor.

İtalya ölüm istatistiklerinde ikincilik sırasına yükseliyor.

Dünyanın her yerinde spor müsabakaları, kongre ve toplantılar ve bilcümle toplu aktivite gerektiren etkinlikler iptal ediliyor.

KKTC ve Türkiye’de de benzer uygulamalar, okulların, üniversitelerin geçici tatilleri gündeme damgasını vuruyor. 

Perşembe yazısı böylece gecikerek ancak şimdi yazılabiliyor. 

Bu manzaradan sonra, bakalım Doğu Akdeniz siyasetinde sona yaklaşan bu yazı dizisi ne derece ilgi çekecek. 

Bu yazıyla, şimdi bunun tecrübesini izleyeceğim. 

***

Mavi Vatan için peşrev…

Şunu hemen vurgulamak gerekirse, Doğu Akdeniz sadece bizi ilgilendiren bir kavram olmanın çoktan ötesine taşınmış vaziyette.

Bu defa, Doğu Akdeniz’e kıyısı olan bütün ülkeler, devlet olarak burada deniz sınırlarını belirleme kapışmasının içinde.

Herkes, kendi egemenlik alanlarını birbirine kabul ettirmeye çalışıyor ve Türkiye de kendi hükümranlık alanına yeni bir ad bulmuş durumda. Adına “Mavi Vatan” diyor. 

Mavi Vatan lafı iyi de bu vatan hem nerede ve hem de sınırları nedir sorusunun yanıtı düne kadar belirsizlik taşıyordu. Şimdilerde, bu belirsiz sınırların sınırları, baştan tanımlanıyor ve yeniden su üstüne çiziliyor.

Türkçemizde, “suya yazı yazmak” diye bir tümce vardır. Ne söylersen söyle, bir şey anlatılamadığını betimleyen bu tümcenin bir biçimi tabir caizse tam da şimdi su üstüne yazılarak çiziliyor. Bir farkla ki ardında oluşturulmuş bir askeri güç var. Bu gücün sayesinde suyun üstünde yazı da şimdilik tutunur görünüyor.

Onun için, önceki tefrika bölümlerinde de “kıta sahanlığı (KS)”, “münhasır ekonomik bölge (MEB) ” gibi deniz hukukuna giren birçok teknik konudan bahsedip durdum.

Peşrevden, “Mavi Vatan”a… 

Deniz hukukuna göre KS, denizdeki sınırların doğal olarak adıys  MEB, bu sınırların ekonomi-politik olarak ne ifade ettiğini bildiriyor. İlki doğal olduğundan bir yere bildirilmek durumunda değil. Öteki ise içindeki canlı, cansız tüm maddi varlıkların sahipliğini içerdiğinden, ortaya çıkıp ben bunun sahibiyim diye haykırılmayı gerektiriyor. 

Tabii durum böyle olunca da o alanda bulunan bütün diğer ülke ve devletlerle de üzerinde hakkaniyet esaslı hukuki bir uzlaşmaya varmayı da gerektiriyor. Uzlaşabilmek için de hem siyasi ve hem de askeri bir gücünüz olmalı ki masada tezleriniz dinlenebilsin ve/veya kabul edilebilsin. 

***

Biraz coğrafya, ya da “coğrafya kaderimizdir”…

Dünya 360 derecelik enine ve boyuna hayali çemberlerden oluşan bir küre. 

Bunun yatay seyredenine “enlem”, dikey seyredenine de “boylam” deniliyor. Hadi anlama kolaylaşsın; bir noktadan ekvatora olan paralel uzaklığa enlem, bir noktadan başlangıç meridyenine olan paralel uzaklığa da boylam deniyor.

Tabii burada, bilimsel tanımlarını yapmaya, ayrıca gerek yok. 

Konuyu azıcık açalım: Aynı boylam noktalarının birleşmesine “meridyen” denmekte. Aynı enlem noktalarının birleşmesi de “paralel” adıyla anılmakta. “Başlangıç meridyeni”, İngiliz Greenwich gözlemevinden geçiyor. “Başlangıç paraleli” ise doğal bir hat olan Ekvator’dur. 

Buna göre 180 paralel (enlem) ve 360 meridyen (boylam) bulunur. Her enlem ve boylam eşit açısal derecelerle konuşlanıyor ve dünyanın geoit yapısı nedeniyle de başlangıç hatları (paralel ve meridyenler) kutup bölgelerine yaklaşarak orada kutup noktalarını oluşturuyor.

Bu küçük coğrafya bilgisinin önemi şudur ki, dünya kara parçaları, denizler ve üzerindeki adalar gibi bütün coğrafi noktalar, bu enlem ve boylam dereceleriyle tanımlanıyorlar. İlk ifade açısal bir değer ve ilişkili olduğu enlem ve boylamın kendisini tanımlıyor ve sonraki dakika ve saniye cinsinden olan değerler de ana enlem ve boylam çizgilerinden yaptıkları sapmayı tanımlıyor.

Örnek olsun Türkiye, boylam olarak 26-45 doğu meridyenleri arasında ve enlem olarak da 36-42 paraleller arasında yer almaktadır.

***

Şimdi de ve işte Mavi Vatan…

Eh böylece, Türkiye kıta karasını, enlemi ve boylamı ile ve bir egemen devlet olarak tarif ettik. İyi güzel de bu coğrafyanın bir de denizleri var.

Kara topraklarına nasıl “Anavatan” diyorsak, deniz alanlarına da renginden dolayı “Mavi Vatan” diyoruz.

Pekiyi nerede bu denizlerin ya da “Mavi Vatan”ın enlem ve boylamları?

Nerede olsun ki, yukarı da ifade ettik; boylam olarak 26-45 doğu meridyenleri arasında ve enlem olarak da 36-42 paraleller arasında.

Bu enlem ve boylam daireleri içinde 778 bin küsur kilometre kare, kara toprağına ve bu toprak içinde bir iç deniz, akarsu ve göllere egemen Anadolu diye adlandırılan bir kıtaya sahibiz.

İyi güzel; bu devasa kara parçasının kıta sahanlığına giren yani 200 veya 350 deniz mili (dm) alanın enlem ve boylamları ne ve ne kadarlık bir alanı kapsıyor. Kısaca, hükümranlık alanı, (ki buna bu alandaki canlı, cansız her türlü deniz ve deniz altı zenginliği ve işletim hakkı olan MEB sınırları dâhil) nereden, nereye uzanıyor? Yani “Mavi Vatan”ın yüzölçümü nedir?

Tekrar başa saralım…

Türkiye, üç yanı denizlerle çevrili olmasına ve özelde tamamen kendi coğrafi alanı içinde bulunan bir iç denize sahip olmasına ve özellikle 15. yüzyıldan sonra Akdeniz hükümranlığını 19. yüzyılın ilk çeyreğine kadar elinde bulundurmasına karşın, tarihte denizci bir ülke olmaktan ziyade bir kara ülkesi olarak bilinmiştir.

Bu anlamda da Türkiye, Cumhuriyet döneminin başından bu yana kendi deniz hükümranlık alanlarını haritalandırırken, hep sadece bir kara ülkesi farzıyla, boylam meridyenleri arasındaki bölgeleri tarif etmiş ve ortay hat içermeyen bir biçimde dünya haritasını iki boyutlu bir düzlem gibi çizerek, kendisini de bu haritalar içine gömmüştür.

Oysa dünya küre olduğuna göre ve enlem ve boylam çizgilerini içeren bir üç boyutlu haritalandırma çalışması yapıldığında, diğer ilgili devletlerin deniz sınırları gibi, bu hesaplamalar, ortay hatlarla belirlenebilmektedir. Bu hatların tersi tarafındaki adalar ise, başka bir ülke hükümranlığı altında ise, “kara kıtası” olarak sayılmayıp, ancak, kendi kıyı şeridi sahanlığı kadar bölgeye sahip sayılmaktadır. 

İşte bu olgunun farkına Türkiye pek geç varmıştır. 

2009'a kadar iki boyutlu haritalara göre, Türkiye ancak KKTC, Mısır ve Suriye ile karşılıklı kıyı devleti olarak vaziyet bulurken, üç boyutlu haritalanmaya geçişle birlikte, Libya ile kıyıdaş olunmuş ve KKTC ile arasındaki anlaşmalara dayalı olarak, Lübnan ve İsrail’de MEB ilişkileri sağlanabilecek bir konuma erişmiştir.

Yani Türkiye, birden kendi “Mavi Vatan”ının sınırlarını bilme ayırdına erişmiştir.

Yunanistan’la olan ilişkiler ana eksenini, esasen Yunanistan ile GKRY’nin Avrupa Birliği çerçevesinde Türkiye’ye dayatmaya çalıştığı “Seville haritası” çalışması oluşturmaktadır. 

Sevr haritası nasıl Türkiye kara kıtasını yok etmeyi hedeflediyse, bugün Seville haritasının da yapmak istediği, denizden kuşatmanın sağlanmasıdır. 

Şöyle ki, bu harita, bir tarafta Türkiye’nin güneybatı ucundan, yukarıdan aşağıya sıralanan Rodos, Kerpe, Kaşot ve Girit adalarıyla sınırlandırma yapmakta ve öte yandan Kaş ilçesinin iki adım ötesindeki mini minnacık Meis’le de kuşatılma tamamlanmaktadır. 

Bu, Türkiye’yi, Doğu Akdeniz’de, neredeyse sadece Antalya Körfezi'ne hapseden bir statüye getirince, Türkiye önce bir “ne oluyoruz” diye silkinmiştir. Seville haritası Türkiye’ye sadece 41 bin kilometrekarelik bir su yüzeyi tanırken, 145 bin kilometre karelik bir alanı yutmuştur. Bu yutulan alan, Kıbrıs adası toplam yüzölçümünün tam on beş katı büyüklüktedir. Doğaldır ki, denizin altındaki milyarlarca metre küplük hidrokarbon yatakları da yutulmuştur.

Tabii kaybedilen alan sadece bununla da sınırlı olamamaktadır. Denizin içindeki balığından, petrolüne kadar, bütün zenginliklerden de Türkiye’yi yoksun bırakmakta ve bu sularda sandalla bile gezinmesine izin vermemektedir.

Sonuç nedir? Türkiye, üç boyutlu haritalandırma ve buna ilişkin girişimlerde bulunma hususunda, yukarıda da söylendiği üzere çalışmaya başlamıştır. 

***

Gelelim Türkiye’nin Libya’da ne işi olduğuna…

Ortaya çıkan ilk sonuç, Afrika kuzeyinde sadece Mısır’la değil, Libya ile de denizden kıyıdaş ülkeler olunduğu gerçeğine varılmasıdır. Buna göre, 2009'da Libya lideri Kaddafi ile anlaşma sağlayan Türkiye, 2010 da Kaddafi’nin iktidardan uzaklaştırılmasıyla, girişimlerini sonuçlandıramamıştır.

İkinci önemli husus ise, enlem ve boylamları dikkate alan ve ortay hat çizgisiyle hukuki geçerlilik kazanan “coğrafyanın üstünlüğü” ilkesine varılmış olmasıdır. Bu ilke, ana karaları esas almakta ve ortay hattın ters tarafında kalan adaların karasuları kadar deniz yetki alanına sahip olması anlamına gelmektedir. 

Libya ile şimdi varılan ve deniz yetki alanlarını tayin eden anlaşma, Rodos, Kerpe, Kaşot, Girit ve Meis adalarını sadece kendi karasuyu yetki alanı ile sınırlandırmaktadır. Bu sınırlar, Libya ile Türkiye arasında enine 29,5 kilometre genişliğe sahip ve dikine de yaklaşık 200 dm mesafeyi içerir vaziyettedir. Yani iki ülke arasındaki bu deniz şeridi, Doğu Akdeniz’i Yunanistan-GKRY bağlaşıklığına kapatan egemen bir su sınırı sağlamaktadır.

***

Durum ve vaziyet böyle olunca biraz da "Libya”…

Libya deniz yatakları, en az kıta karası kadar zengin hidrokarbon yataklarına sahiptir. Kaddafi sonrası ya da NATO mahreçli operasyonlarla Kaddafi’nin ortadan kaldırılmasından sonra, Libya’da iktidarda olan ve Birleşmiş Milletlerce resmen tanınan Ulusal Mutabakat Hükümeti'nin (UMH) varlığına karşın, 2011 yılından bu yana bir iç savaş sürdürülmektedir. 

Bu iç savaş iki farklı yönetim oluşturmuş durumundadır.

Libya, özellikle 2014 seçimlerinin ardından siyaseten ikiye bölünmüş durumdadır.

Bunlardan birisi, ülkenin doğusunda, Mısır sınırına yakın Tobruk'ta bulunan Halife Hafter otoritesine dayanan “Temsilciler Meclisi” ve diğeri de Trablus merkezli “Ulusal Mutabakat Hükümeti”dir.

Öte yandan IŞİD'in 2015'te varlığını hissettirdiği ülkede, örgüte bağlı savaşçılar, Kaddafi'nin doğum yeri olan Sirte kentini ele geçirmiş ve ancak Türkiye'nin de desteklediği Misratalı güçler, IŞİD'i aynı yıl içerisinde ortadan kaldırmıştır. Yani Türkiye 2009’dan beri ilgilendiği ve Doğu Akdeniz’in kendisine kapatılmaması için, önce Kaddafi ile anlaştığı bir sürecin izlerini 2011'den bu yana sürdüre gelmeye devam etmektedir.

Libya'da kim kimi destekliyor?

Merkezi Trablus'ta bulunan Ulusal Mutabakat Hükümeti, Birleşmiş Milletler başta olmak üzere Türkiye, Avrupa Birliği ve uluslararası kurumlarca meşru kabul ediliyor ve destekleniyor. Ancak Avrupa Birliği bir yığın ikirciliği de içinde barındırıyor. Bunun başında da Yunanistan ve GKRY geliyor.

Nedeni de şu: Yunanistan ve dolaylı olarak GKRY, Libya ile bir MEB mutabakatı sağlarsa, Rodos, Kerpe, Kaşot, Girit ve Meis adalarını ortay hattın ters tarafında kalan değil, aksine, bir kara kıtası olarak sayan Seville haritasına meşruiyet kazandıracaktır. Bu da Doğu Akdeniz’de, Türkiye’yi, kendi kıta sahanlığının yok edilmesine göz yuman konuma ve “Mavi Vatan”ının da bir havuz kadar küçük sayılmasını kabul etme durumuna düşürecektir. 

Tobruk merkezli Hafter güçlerinin kontrolünde olan Temsilciler Meclisi'ni ise, Mısır, ABD, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Fransa ve Rusya tarafından destekleniyor. Zira Hafter, bu güçler sayesinde meşru UMH yönetimi yıkabilirse, bölge denizinde sınırı olmayanların tümüne, yani ABD, Fransa gibi ülkelere denizaltı kaynaklarının işletilmesi üzerinden çıkarlar vadediyor.

Akdeniz'e kıyısı bulunan 6,5 milyon nüfuslu petrol ülkesi Libya'da, Kaddafi'nin devrilmesinin ardından, yüzlerce irili ufaklı silahlı grup faaliyet göstermeye başlıyor. Yani ana aktörlerin yanında, o günkü çıkara göre saf tutan ve ortalıkta birbiri ile de çatışan bir yığın yerli taşeron ve vekâlet savaşçıları da var. 

Bunların tümünün bilenebilmesi ayrı uzmanlık gerektiriyor. Ama öne çıkanlar arasındaki iri gruplar şöyle ki:

- Trablus merkezli Ulusal Mutabakat Hükümeti'ne bağlı birlikler.
- Kaddafi'nin devrilmesinde en büyük paya sahip Misrata merkezli güçler.
- Körfez ülkeleri ile Mısır'ın desteklediği Tobruk merkezli General Halife Hafter'e bağlı Libya Ulusal Ordusu.
- Ülkenin batısında, Tunus sınırına yakın Zintan merkezli güçler.

***

İlk perde kapanırken…

Türkiye, satranç işinde, hamleyi şimdilik iyi oynamış görünüyor.

27 Kasım 2019 tarihinde BM'ce de meşru kabul edilen UMH ile Türkiye, kendi aralarında iki anlaşma akdediyor. 

Birincisi savunma ve işbirliği anlaşması. Bu anlaşma ile Türkiye UMH’nin çağrısı olduğu takdirde, bu ülkede asker bulundurabilecek ve eğitim, askeri araç gereç ve teçhizat dâhil gerekli lojistik destek sağlayabilecek. 

İkincisi ise, “Deniz Yetki Alanlarına Sınırlandırılmasına Dair Mutabakat Muhtırası”.  Bu da iki ülkenin kıyıdaş ülkeler olarak aralarındaki MEB sınırını belirliyor. Ortaklaşa ekonomik faailyetler yürütmelerine cevaz verecek.

Bunlar imzalanıyor…

Libya 6 Aralıkta, Türkiye ise 7 Aralıkta kendi meclislerinde her iki mutabakatı onaylayarak iç hukuk ve dolayısıyla uluslararası hukuk geçerliliğini oluşturmuş oluyor.

Ortalık iyice kızışıyor. Hafter ve dış merkezli yandaşları, UMH’nin çökmesi için askeri olarak yükleniyor. UMH çökerse, imzalanan anlaşmanın da çöpe gideceği gün gibi aşikâr. 

Türkiye boğulmamak için bir şeyler yapma zorunluluğunu hissediyor. UMH, yıkılmamak için çağrı çıkarıyor ve Türkiye Libya’ya muharip olmayan güç ve askeri araç sevk ediyor. 

Bitti mi?

İlk perde, evet bitti. Ancak, sona daha çok var.  Yeni sahne için perdeler açılmayı bekliyor. 

Buraya kadar yazılanların ayrıca uluslararası jeopolitik açısından bir daha değerlendirilmesi gerekiyor.

Emperyalizmin merkezi güçleri, bölgeyle ilgili olmadıkları halde, çıkarlarını her türlü refleksle ayakta tutmaya çalışırken, Türkiye’de ulusal çıkarları çerçevesinde ve askeri kapasitesi oranında faaliyetler içine girmiş görünüyor.

Şimdilik, Türkiye’nin Libya’da olan varlığı, çıplak gözle böyle bir manzara arz ediyor.

[email protected]