Örgütsel aidiyet; doğruda durmak...

Konuyla ilgili yapılan çalışmalarda, “aidiyet” (aitlik, ilişkinlik) durumunun “örgütsel” tezahürü, genelde bölümlendirmeyle ve bazı “alt tanımlar” aracılığıyla açıklanır. Kanımca, bilhassa “politik örgütlenmelerde aidiyet” formunu ele aldığımızda, bu alt tanımları da büyük ölçüde özetleyen iki anahtar kelime kullanabiliriz.

Bağlılık ve biat...

Önce “bağlılık” için kısa bir “sol tarif”: Kişinin, içinde bulunduğu örgütün değerlerini ve “davası”nı kendi katkısıyla da güçlendirerek, gerekli gördüğünde sorgulayarak, örgütlü mücadele olarak adlandırılan bütünlüğü ortaklaşılan nihai hedefe uyumu ve etkisi bazında gözetmek ve bir eleştiri-özeleştiri yetisiyle birlikte örgütte kalma (mücadele etme) arzusu duymak...

Koşulsuz kabul yahut aidiyetini başka nedenlerle oluşturmak (örgütteki birini çok sevmek, örgüt yöneticisi olmak veya diğer örgüte öfke duymak gibi) bu tarifin kapsamında değildir.

Bu çerçevede örneğin; bir örgütsel iradenin, ana hedefi (bizim özgülümüzde sosyalizmi) yakınlaştıran doğru siyasi çalışmayı yapıp yapmadığı, verdiği sözü tutup tutmadığı, üyelerini karar süreçlerinin ve örgütsel iradenin parçası haline getirip getirmediği gibi başlıklar, örgüte dönük bir müdahale düşüncesine de, örgütsel bağlılığın gözden geçirilmesine de meşru gerekçe oluşturabilir.

Ek olarak, yine bizim özgülümüzde; Leninist merkeziyetçilik ancak bu eşkalde bir örgütsel aidiyetle, yani gelişkin disiplin anlayışıyla birlikte, -mutlaka- kendini örgüt iradesinin bir bileşeni olarak gören, donanımlı ve kolektif kültürü benimsemiş örgüt üyeleriyle mümkündür...

“Bağlılık” gibi davranışsal bir durum olan “biat” ise tek yönlüdür ve karşılıklı etkileşim o ya da bu biçimde ortadan kalkmıştır. Biat durumuna düşmüş kişinin geliştirici bir karşılık bulması mutlak olmadığı gibi, kendisi de karar verici iradenin parçası olmayı hak ve/veya görev olarak görmeyip, mevcut karar vericilerin üstünlüğünü önsel olarak kabul etmiştir. Örgütün varlığını “üstün” olanlarla (söz gelimi akıl üstünlüğü); kendi varlığını da örgütün varlığıyla özdeş kılmıştır (fetişizm). Öncülüğü, kendi kendisini yetkilendirmiş bir veya birkaç kişinin hakkı, görevi, yazgısı olarak kavramıştır.

Aşılması kolay olmayan bir statükodur...

Ek olarak, “biat” vaziyetine “kişi kültü”nün, diğer bir ifadeyle “lider tapınması”nın içkin olduğu da belirtilebilir. Bu durumda; örneğin liderin “kurucu unsur” olması, şahin bakışları, efendi kişiliği, otoriter yanı ya da pos bıyığı... Herhangi bir insani özellik olmaktan çıkarılarak, bir çeşit uluhiyet atfedilen örgütsel aitlik gerekçesine dönüşebilir veya öyle olduğu iddia edilebilir...

*****

Yukarıdaki genel değerlendirmeyi şimdilik kenara koyalım ve bir parantez açıp, örgütsel aidiyetin burjuva siyasetindeki yansımasına bakalım.

Dört ya da beş yıl önce yapılan bir çalışmaya göre, oransal olarak örgütsel aidiyet derecesi en yüksek olan parti üyeleri MHP'de çıkmış, CHP ikinci, AKP ise sonuncu olmuştu.

Milliyetçilik referanslı sekter bir örgütsel yapıya sahip olan MHP'nin yaşı ve tarihi de düşünüldüğünde, toplam üyeye göre daha büyük oranda “kemik üye” barındırması anlaşılabilir. AKP'nin aidiyet derecesinin ise, bu partinin geçtiğimiz birkaç yılda genişleyen ideolojik hakimiyetiyle birlikte yükseldiğini tahmin edebiliriz.

Burjuva siyasetinde örgütsel aidiyetin iki mayası olduğu söylenebilir. Bunlardan biri, üyenin partiyle kurduğu maddi (ticari) çıkar ilişkisidir. En güncel ve iyi örneği şüphesiz ki AKP'dir.

Bireysel değil toplumsal çıkar eksenli ve gönüllülük temelli, en onurlu örgütsel aidiyet biçimini temsil eden sosyalist-komünist örgütlülük, bu kategorinin bir ögesi değildir.

Diğeri, yani burjuva partilerinde üyenin kendisini partiye ait hissetmesinin ikinci mayası; üyenin, partinin ideolojik-siyasi kimliğini, hedef ve yönelimlerini benimseyerek örgütlü çalışmanın bir parçası olmasıdır.

Bu biçimde daralttığımızda, sosyalist-komünist partilere olan aidiyetin doğru olan tek tanımını da yapmış oluruz.

Parantezi kapatalım...

Faşizm, Kemalizm, İslamizm, liberalizm, sosyalizm... Bunlar, bazıları birbiriyle etkileşimli olsa da farklı ideolojik-siyasi kimlikleri tanımlar. Her birinin ülke ve dünyadaki gelişmelere dönük bakış açısı, siyaset tarzı ve “kurtuluş reçetesi” vardır.

Doğrudur, sosyalist-komünist siyaset de burjuva siyaseti gibi son tahlilde “iktidarı alma”ya indirgenebilir. Ancak sosyalist-komünist mücadele diğerlerinden farklı olarak, gücünü sadece örgütlü siyasetten alır. Başarısının tek koşulu kitlelerin sosyalist fikirleri benimsemesidir. Burada örgütlü siyasetten kasıt, siyasetin toplumla yüzyüze temas ederek, eşitlik-özgürlük ekseninde ve dönüştürme hedefiyle yapılmasıdır.

Dolayısıyla, pratik anlamıyla siyasetin devre dışı bırakıldığı sosyalist örgütlenme modelleri, kaçınılmaz olarak bir tekke görüntüsü kazanır, üyelerin örgütle kurduğu ilişki zamanla “bağlılık” ilişkisi olmaktan çıkar...

Bu durumda örgütsel çalışmanın ve örgütsel aidiyetin sorgulanması (değiştirilmesi); bir komünistin o an için yapabileceği en devrimci müdahaledir.

Marx'tan bu yana, kimliğini ve aidiyetini “devrimci mücadelenin çıkarları”na göre oluşturan komünistler, bu çıkarların ancak ideolojik-siyasal mücadelede etkin olmakla kazanılabileceğini de bilir...

*****

Yazıyı çok uzatmamak ve yazılma nedenini de daha sarih ifade edebilmek için, çoğumuzun bildiği bir örneği kısmen soyutlayıp, genelleştirelim.

Bir devrimci-komünist parti, ayrışma dinamikleri kişisel (kural dışı) müdahalelere ve manipülasyona uğramış, ayrıca siyasal yanları başlangıçta yeterince öne çıkmayan bir biçimde ikiye bölünmüş olabilir.

Bu bölünme sırasında parti üyeleri, kişilerin kural dışı müdahalelerinin ve manipülasyonun da etkisiyle birbirlerine, tahmin edilebilecekten daha düşük bir seviyeyle ve “apolitik” suçlamalarda bulunmuş da olabilir. Böyle olması yanlıştır ama üyelerin bir kısmı bu nedenle, bazıları da siyasi farkları yeterince idrak edebileceği koşullardan yoksun olduğu için taraflaşmış da olabilir.

Olmuştur, bitmiştir denebilir...

Fakat az önce saydığımız gerekçelerin, ilerki dönemde örgütsel aidiyetin devamının mazereti (yakıtı) için yeterli olmayacağı da bilinmelidir. Niyetten bağımsız olarak, örgütlü siyasi mücadelenin “gerçek hayat” belirlenimli doğası, buna uzun süre izin vermeyecektir.

Bu nedenle bir süre sonra, iki tarafta yer alanların da, aidiyetlerini gözden geçirmesi ve test etmesi en doğrusudur.

“Devrimin çıkarları” ideolojik-siyasi mücadelede etkin olmakla doğrudan ilişkiliyse, komünist üye, nesnelliğe ve mevcut birikime bakarak bu etkinin en gelişkin ve sonuç verici biçimde nasıl sağlanacağına odaklanmalıdır. Diğer bir söyleyişle, sosyalizm fikrinin nasıl bir ideolojik-siyasi mücadele ve tarzla topluma nüfuz edebileceğine karar verip aidiyet oluşturmalıdır.

Örneğin, tanınmış yazarları olan iyi bir dergi çıkararak, salt bu dergi aracılığıyla sosyalizm fikrini yaymak (isteyen etkili ideolojik mücadele diyebilir) ve sağa sola çok bulaşmadan pozisyonunu korumak en doğru yol ve yeterli görünüyorsa; aynı anda birden çok somut siyasi gündeme sosyalist perspektifle müdahale etmeye ve geniş örgütlenme alanlarında devinerek bu alanları dönüştürmeye çalışan bir örgütte durmak doğru olmadığı gibi, yorucu da olur. Bunun yerine, yer değiştirip sadece o dergiyi fazla satmaya çalışmak, daha doğru bir aidiyet biçimine denk gelir.

Ya da, dergicilik ve polemik yeteneklerini geliştirmek yeterli olmuyor ve bununla birlikte toplumsal teması, siyasi etkiyi, müdahale olanaklarını artırmak için “hayata karışmak” en doğrusuysa; komünist üye, “ama o örgüttekiler de şöyle kaba laf etti, hem bu örgütteki şu kişiyi çok seviyorum” veya “ben de onlara öfkelenip 'iyi ki sizinle yolumuzu ayırmışız' diye bağırdım” naifliğiyle düşünmemelidir.

Sosyalist mücadelede örgütsel aidiyet; kefaretinin altından kalkılamayacak olan bir yemin değil, eşitlik-özgürlük kavgasında, “devrimin çıkarları”na hizmet etmenin ve sosyalizme ulaşmanın en doğru ve gerçek yolunu bularak yerini belirlemektir.

İlla bir örnek gerekiyorsa, Troçki'nin 1917 yazında Bolşeviklerin toplumsal etkisini, kitle çalışmasını ve siyasi duruşunu görüp benimseyerek ve Lenin'in de onayıyla Bolşevik Parti'ye katılması hatırlanabilir.

Ayrıca Lenin ve Troçki'nin önceki yıllarda birbiri hakkında kurduğu cümlelere bakarsanız, hiç de yenilir yutulur türden olmadığı görülecektir...