Örgütlü apolitizm ve siyasal çıkış

Türkiye sosyalist hareketi örgüt/aygıt tartışmasına çok zaman ve emek harcamıştır. Doğrusu, siyasetin temel araçlarından biri, belki de birincisi olduğu için, bu kadar zaman ve emek harcamak şaşırtıcı da değil. Şaşırtıcı olan, tartışmanın çoğunlukla teknik bir sorun, bir düzen ve işleyiş protokolü gibi ele alınması.

Ancak genel kanı ve yatkınlık bu yönde olsa da, tartışma, özü itibariyle siyasaldır. Tarihsel ve güncel yaklaşım, siyasal hedef ve yönelimler doğrudan doğruya aygıt tartışmasındaki tercih ve eğilimleri de belirler. Bu açıdan, model/işleyiş boyutuna hiç değinmeden, örgüt/aygıt tartışmasının siyasal belirleyicilerine eğileceğiz bu yazıda.

***

Türkiye’de uzun yıllar içinde kemikleşmiş alışkanlıkların sonucu olarak, örgüt, içe dönük motivasyon ve dışa dönük savunma becerileriyle tarif edilir hale gelmiştir. Kuşkusuz, her örgütlü yapının kendi içine ve dışına dönük birden fazla işlevi vardır. Ancak bu işlevlerin bir bütünlük içinde kavranmaması ve giderek birkaç işlevden ibaret bir örgütsel pratiğin yerleşmesi, örgütün siyasal belirleyicilerinin kaybolmasına neden olmaktadır. Siyasallaşmanın geriye çekildiği bir örgütsel yaşantı ve pratik ise, ne ölçüde sağlam ve homojen olursa olsun, bir mücadelenin gereklerini yerine getiriyor olmaktan çıkıp, örgütlü apolitizmin yuvası haline gelmektedir.

Örgütlü apolitizmin başlıca kaynağı içe dönük aşırı siyasetçiliktir. Sosyalist siyasetin yıkıcı ve devrimci enerjisinin kendisine hareket sahası olarak örgüt içini bulması anlamına gelen bu eğilim, toplumsal ve siyasal ilişkilere yönelmesi gereken devrimci çabanın, içe dönerek örgütsel yaşam üzerinde icra edilmesidir. O halde, depolitizasyondan farklı olarak, apolitizmin siyasetle ilgilenmemek gibi bir anlamı yoktur. Apolitizm, bu anlamıyla, siyasetin, toplumsal ilişkiler ekseninde değil, dar ve kapalı topluluk zemininde anlaşılması ve üretilmesidir. Dar, kapalı, dışa dönük etkiler yaratamayan topluluğun, kendi iç dünyasından aşırı derecede belirlenmesidir. Siyasetle ilgilenmemek değil, sınırları belirlenmiş bir topluluğun iç ilişkilerinin nizamını sağlama aracı olarak siyasetle aşırı ilgilenmektir yani.

Bu eğilimin nasıl ortaya çıktığını ve yerleşiklik kazandığını anlamak önemli. Sosyalist hareketin kimi kesimlerindeki “taş gibi örgüt”, “çelik çekirdek” benzetmeleri, tarihsel örnekleriyle uyumsuz olmanın ötesinde, apaçık bir mitolojiye dayanıyor. Gerçek tarihte böyle bir örnek hiç olmadığı gibi, gerçek yaşamda da böyle bir örgütün inşası hiç başarılamamıştır. Sonuçta siyaset pratiğine ayrılması gereken enerjinin neredeyse tümü, bu mitolojinin ayakta tutulması için sarf edilir hale gelmiştir.

Ancak burada kritik bir noktanın vurgulanması gerekir. Bu mitoloji, kendiliğinden yeşermemekte ve örgüt içinde türdeş biçimde yayılmamaktadır. Türkiye’de solun tarihi, devrimci ve inançlı liderlerle olduğu kadar, tek başarısı ayak oyunları ve manipülasyon olan “lider”lerle de doludur. Sözünü ettiğimiz mitoloji de esas olarak bu “lider”ler ve onların asistan kadrosu tarafından üretilmekte, salgılanmakta ve liderliğin bekasına hizmet etmektedir. Dolayısıyla bir “kader”den ya da “sinsi virüs”ten değil, basbayağı bilinçli olarak yaratılan ve keyfi sürülen bir mitolojiden bahsetmek mümkündür.

Siyaset ve örgütlü mücadele, aslında tek tek bireylerin psikolojisinin önemsizleşmesi anlamına gelmeliyken, söz ettiğimiz eğilim sonucunda örgütlü mücadelenin tutkalı bir kısmı mitolojik, bir kısmı da çarpıtılmış bir tarihe dayanan ortaklaşmış psikolojiler olup çıkar.

***

Buraya kadar özetlediklerimiz, siyasetin yönünü tayin eden kılavuzun da kaybolmasının nedenidir. Siyasetin hedefi ve yönü, her durumda “dışarı”sı olmalıdır. Bu dışarıya dönüklük, hem siyasetin hedefinin örgütün içi/içerisi olmaması, hem de siyasetin üretiminin içsel kaygılarla belirlenmemesi anlamındadır. Yani, sosyalist harekette örneklerine rastladığımız, siyaseti örgütün konsolidasyonunun bir aracına dönüştürme eğilimi tümüyle yanlıştır. Siyasetin hedefi, örgütün (veya “lider”liğin) ihtiyaçları değil, toplumsal ilişkilere yönelik dönüştürücü müdahalelerin üretilmesidir. Bu süreç, yaydığı etkilerle örgütün içine de uzanacak ve kolektif önderlik mekanizmaları bu etkinin örgütün çıkarlarına en uygun biçimi alması için gerekli müdahaleleri yapacaktır elbette. Ancak, siyasetin örgütü toparlaması ile örgütü toparlayacak siyasetin üretilmesi farklı şeylerdir ve ikincisi doğrudan apolitizme varmaktadır.

Haliyle, sosyalistler arasında uzun zamandır yoldaşlık ve devrimcilerin gönüllü birlikteliği anlamında örgütlülük değil, standart tarifelerle yönetilen bir şirket yapısı, tarikat münzeviliği, marjinal kadro tipolojisi, fetişleştirilmiş liderlik kültü ve öznel tarih menkıbeleri yeşerebilmektedir. Yani siyasetin ve devrimci enerjinin dışarıya değil, içeriye yansıtılması, sadece etkin siyaset arayışını başarısızlığa sürüklememekte, aynı zamanda örgütlü mücadeleyi de çürütmektedir.

İşlevsizleşen ve çürüyen örgüt ise, mücadelenin temel aracı olmaktan çıkıp topluluğun kendisini bir arada tuttuğu ve kolektif bir kimlik geliştirdiği ilişki ağına dönüşmektedir. Toplumsal yaşamın zorlukları, bayağılıkları ya da çirkinlikleri karşısında rencide olan ruhlar, topluluğun hijyenik ve yüksek kültüründe şifa bulmakta, topluluğun içi ayrıcalıklı hissetmek için kaçılan bir sığınak olmaktadır. Şematik modellerin gerçek dünyada denendiği her örnekte tuzla buz olmasına kafa yorulmayıp, içerinin nizamı, iç dünyaların sağlamlığı her başarının ölçütü ve hedefi haline getirilmektedir. Bu nedenle, topluluk içindeki rütbeler, görevler, etiketler her şeyden kıymetlidir. İçeride kazanılan ve ancak içeride korunabilen saygınlığı, dışarıyla temas kurup sınavdan geçirmek söz konusu bile edilmez. Tutunulan unvanlar, topluluğu içe doğru büzüştürdükçe, içeriyi de tümüyle unvanlara doğru daraltır.

***

Örgüt/aygıt sorununun solun iç gündemleri dışında da boyutları vardır elbette ve asıl önemsenmesi gereken de bu kısmıdır. Türkiye’de solun siyasal birikimi ile örgütlü gücü arasındaki açı herhangi bir gerekçeyle izah edilemeyecek ölçüde büyümüştür. Daha önce de yazdığımız gibi, “kendisini belirli değerlerin ve taleplerin sahibi, paydaşı, parçası gibi hisseden yurttaşların sayısı artmakta, bu yurttaşlar belirli gündemlerde ortak siyasallaşma ve kolektif eylemlilik süreçleri de yaratabilmekte; ama toplumsal bağlanma konusunda gösterdiği bu yatkınlığı siyasal/örgütsel bağlanma konusunda göstermemekte, mevcut parti, örgüt, oluşum ve öbeklere karşı belirgin bir ilgisizlik sergilemektedir.”

Kuşkusuz, bu durumun birden fazla nedeni vardır. Ancak şurası açık olmalı ki, Türkiye’de geniş bir emekçi yurttaş topluluğunun gündemi ve önceliği ile sosyalist hareketin örgütsel kaygıları ve iç nizam çabaları arasında bir uçurum vardır. Bu uçurum, bilinç eksikliğinden değil, siyasallaşma eksikliğinden oluşmaktadır ve bu denklemde siyasallaşma eksikliği sosyalistlere aittir.

Dolayısıyla, bugün sosyalist hareketin üzerine kafa yorması gereken işlerin başında, Türkiye işçi ve emekçileriyle kalıcı bağlar kuracak, onları siyaset alanında temsil edecek, Türkiye siyasetine işçi sınıfının rengini çalacak ve merkezinde siyasallaşmanın yer aldığı bir mücadele programının oluşturulmasıdır.

Bu, aynı zamanda, temsil ettiği işçi sınıfının mücadele ihtiyaçlarına yanıt veren programın örgütleşmesi/partileşmesi anlamına gelmektedir.

Zira siyasallaşmadan ve siyasal mücadelede işçi sınıfının temsilini üstlenmekten geçmeyen bir çıkış yolu kalmamıştır.