8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü kapsamında bu yıl 16. sı düzenlenen Feminist Gece Yürüyüşü, on binleri bulan katılımcıyla üstelik sıkıyönetim koşullarında, sokağın neredeyse terk edildiği bir ortamda tarifsiz bir coşku yarattı hepimizde.
Erbaneler, davullar, düdükler, renk renk pankartlar, şemsiyeler, kostümler…
Ne ki yine ve yeniden, Feminist Gece Yürüyüşü kimi eleştirilere maruz kaldı. Sözgelimi asıl 8 Mart bu muydu? Benim canım gugılıma bakan bile görecekti ki 8 Mart “1857’de Amerikalı tekstil işçilerinin…” olayıyla bağlantılıydı. Hatta öyle bağlantılıydı ki 8 Mart’ın böyle karnavalesk bir havada geçmesi bile utanmazlık olarak görülmeliydi. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar günü bir anma olmalıydı.
İşin daha kötüsü Feminist Gece Yürüyüşündeki kimi fotoğraflara bakılırsa “bu kadınlar” bizim düşündüğümüz “emekçi kadınlara” benzemiyorlardı. Kimilerinin elindeki pankartlarınsa “emekçi kadın” gerçeğiyle hiç alakası yoktu.(Yüzlerce bambaşka içerikteki pankartlardan cımbızlananlar)
“Diktatör değil vibratör istiyoruz”/“Haftada en az 3 orgazm”/“Ağdayı baban yapsın biz özsavunma yapıyoruz”/“ Lilith'in sürtükleriyiz”/“Namus mu? Kirletmeden duramam”
Emekçi kadının derdi “cinsellik” miydi?
Hatta kimilerine göre bunlar “memleketimizin hiçbir yerinde göremeyeceğimiz yapay görüntüler ve toplumumuzda karşılık bulması imkansız sloganlar(dır)”. (1) Hani neredeyse “eyyy orgazm, ey meme uçları, eyyy Siyonistler siz kimsiniz yaaa” tadında bir yerlilik ve millilik bilincini bu eleştiride görmek mümkündür.
Anma ve “emekçi kadın” soyutlaması
Öncelikle, “1857 olayından” dolayı 8 Mart’ın bir ağırbaşlılık, anma ve matem havası içinde geçmesi gerektiğini söylemek ağır düzeyde apolitizmdir. Lakin mücadele, bir okul müdürünün yıllar boyunca tekrar ve tekrar resmi bir programı yönetmesi gibi bir şey değildir. Bir diğer deyişle mücadele kutsal tarikat, biz de mürit değiliz.
Nasıl ki 1 Mayıs işçi sınıfının bayram ve mücadele günü olarak, her ülkenin kendi sınıf gündemleriyle yıldan yıla önüne yeni mevziler koyuyorsa, içeriğini yeniliyorsa ve ancak bu biçimiyle bir ayinden farklı oluyorsa, 8 Mart da her ülkenin kendi özel mücadele gündemleriyle, onun coşkusuyla belirlenmek durumundadır.
Nitekim bize göre Türkiye 8 Mart’ının gündemi AKP rejiminin kadın düşmanı politikaları; laikliğe, eşitliğe, özgürlüğe ve kadın emeğine saldırıları olmalıdır. Bu “eksen tartışması” ise on binlerin katıldığı ve kendiliğindenlik yanı belirgin olan bir eylem için basitçe “dışarıdan telkin” konusu olamaz, örgütlenme ve güç biriktirme gerektirir.
8 Mart’ın “emekçi kadın” karakterine vurgu, sınıf ekseni ısrarı, sınıfın böylesine feminize olduğu, “kadınlaştığı” bir dünyada güncel bağlamı da olan politik bir tutumdur. Kadın yoksulluğundan ücret-istihdam eşitsizliklerine, yeniden üretimdeki “görünmeyen emeğe”, mobinge, tacize vb kadınlar, sınıfın “toplumsal cinsiyetli” tüm çelişkilerinin içindedir.
Ne var ki “emekçi kadın” soyut bir kategori değildir. Bir dönem “işçi, emekçi” denildiğinde akla gelen, çokça da böyle resmedilen, hatta kimilerince asıl işçilerin onlar olduğu söylenen “kaslı-mavi yakalı erkek işçi” fetişleştirmesini bilirsiniz. Benzer biçimde, “emekçi kadın” da yalnızca atölyelerin, fabrikaların “mazbut-mavi yakalı kadın işçisi” değildir.
Bugün emekçi kadın soyut bir fabrika işçisi değildir. Bugün emekçi kadın dekoltesiyle tacize uğramadan evine gitmek isteyen beyaz yakalıdır, iş çıkışı arkadaşlarıyla bara gidip eğlenmek isteyen, bedelini tecavüzle ödemek istemeyen kasiyerdir, erkek arkadaşıyla yaşayan çağrı merkezi çalışanıdır, amirinin tacizinden canına tak etmiş taşeron temizlik işçisidir, gerici ustabaşının hakaretlerine maruz kalmak istemeyen fabrika işçisidir, erkek mühendislerin tercih edilmesinden yılmış işsiz mühendis kadındır, yeteneksiz adamların terfi almasına öfkelenen medya çalışanıdır vb.
“Emekçi kadının” cinselliği var mı?
Emekçi kadının, “cinsellik” fikriyle kirletilmemesi gereken bir fetiş öğe olarak idealizasyonu, kaba bir materyalizmin bile gerisine düşmektir. Cinsellik yalnızca ayrıcalıklı bir sınıfın, tuzu kuru insanların derdi değildir.
Emekçi kadın, iki boyutlu bir varlık olarak düşünülemez; cinsellik tüm eşitsizliğiyle onun da gündemindedir. Kaldı ki tüm bu çıkarımların ötesinde somut, güncel ve özgül olarak “cinsellik alanı” gerici AKP rejimi tarafından durmaksızın işgal edilmektedir. Her gün yeni bir şehvet talimiyle karşılaşıyoruz. Ketçaptan kahveye, asansörden eşofmanlı kız çocuğuna, anne dizinden genç kayınvalideye pek çok “cinsel senaryo” durmaksızın pompalanıyor.
“Eşofman giyen kız çocuğundan tahrik olunmalıdır” diyen yalnızca iğrenç bir yobazlık örneği sergilemiyor. Ama aynı zamanda toplum için bir “cinsel norm” kuruyor, bir cinsel söylem oluşturuyor. Dahası bizim boş bıraktığımız, suskun kaldığımız alan, kadınların aleyhine “cinsellik” olarak dolduruluyor.
Tam da bu noktada kadınların taleplerini “cinselleştirmeleri” son derece isabetli bir karşı hamle olarak okunmalıdır. Ne ki yeterli olamamaktadır. Yetişkin cinselliği, güvenli, özgür cinsellik vb. kadınların daha fazla kavga konusu olmak durumundadır.
Buradan kimisi “fazla cinsel” bulunan pankartlara dönersek;
Engelli çocuğa tecavüz eden kişinin erken boşalma indirimi aldığı yerde, tecavüze uğrayan çocuğun “40 kiloyum nasıl direnebilirdim?” diye savunma yaptığı yerde neden o ‘namusu’ kirletmeyelim?
Kadın dölyatağı olarak görülüyorsa, en az üç çocuk deniliyorsa haftada en az üç orgazmdan bahsetmek neden bir politik espri olmasın?
Tuzluğu uzatmadı, facebook hesabı açtı, gece dışarı çıktı diye kadın boğazlanıyorsa, erkeklere pürüzsüz bacaklar sunmaya, ağda yapmaya değil de neden kendimizi savunmaya yönelmeyelim?
Namus diye öğrenci yurdunun yangın merdiveni kilitleniyorsa neden “lilith’in sürtüğü olmak” anlamlı olmasın?
1-http://www.muasir.org/2018/03/05/feminist-sivil-toplumculuk-aybike-almila/