Önyargılar ve harem arzuları

“Yıllardır aynı şeyi düşünüyorum. Başörtülü-başı açık çatışması dev bir balondur, altı boştur, gerçek hayatta karşılığı yoktur(…)Bizi böyle önyargılı, böyle birbirinden çekinir hale getiren, aynı fotoğrafta birlikte gülümsememizi engelleyen siyasetçiler, inşallah geceleri rahat uyumuyorsunuzdur”

Bu sözler Gülse Birsel’in geçtiğimiz günlerde yayınlanan bir yazısından. Yazı çok tıklandı, çok ses getirdi. Özellikle okuyucunun ‘vicdan bölgesiyle’ kurulan sıcak temasın düğümlendiği iki nokta vardı: Hoşgörülü olmak ve önyargılardan kurtulmak…

Peki gerçekten bu meselenin altı boş mu? Tüm mevzu kötü niyetli politik muhterisler mi?

Asla…

Evet, bu topraklarda Cumhuriyete kadar beş yüz yıla yakın bir dönem, kadınların başörtüsü oldukça ayrıntılı emirnamelerle yasal metinlerin bir parçası olmasaydı biz de bir İsveç yurttaşı gibi ‘ama önyargı ama saygı ama hoşgörü’ derdik.

Ne ki en basitinden tarihimiz boyunca kadınlar için örtünme zorunluluğu, öyle katı bir kurallar manzumesi içinde yer almaktaydı ki, Osmanlı’nın en yenilikçi padişahları bile bundan geri adım atmamışlardı.

Sözgelimi tesettürün rengi açık olamazdı; tesettür ince bir kumaştan ya da dar kesimli olamazdı.

Osmanlı toplumunda tesettür, kadının toplumsal yaşamdan dışlanmasının, kadının hareketini sınırlamanın en temel aracıydı.  Tesettür, evdeki haremin(kadınlar için iç mekan) kamusal alandaki uzantısıydı ve kadınlar dışarıda yalnızca tesettürle var olabilirdi.

19. yüzyıl sonunda İstanbul’da yaşayan bir Osmanlı kadını, şehrin bir yerinden diğerine çoğunlukla gidemezdi. En iyi ihtimalle kadınlar için tramvay, vapur ve şimendiferle yapılacak bir yolculuk tahta bir bölmenin ardında geçerdi.

Kadınların kocalarıyla bile faytona binmeleri yasaktı ve hatta kadınların asla geçemeyecekleri kimi güzergahlar ayrıntılı biçimde tarif edilmekteydi. Öyle ki kadınlar için hastaneler bile belli saatlerde hizmet vermekteydi…

‘Tesettür’ başta olmak üzere kadını toplumsal yaşamdan uzaklaştıran, kadının hareketini kısıtlayan, kadının üzerinde muazzam bir denetim mekanizması kuran tüm bu uygulamalar, Osmanlı’nın ilericileri ve feministleri için mücadele konusu oldu.

Osmanlı feministleri için kadınların ‘kıyafet cihetiyle asrileşmeleri’ zorunluydu. Ancak yalnızca ilericiler ve feministler değildi bu mücadeleyi yürütenler ve aslında en az bunlar kadar kendiliğinden bir mücadele alttan alta yürüdü.

Örneğin, Abdülhamit döneminde ferace ve yaşmağa karşı Avrupai çarşaf mücadelesi öne çıktı. Ne ki çarşafı isteyen kadınları, köşe başlarında bekleyen eli makaslı Osmanlı polisiydi.

Yine de çoğu zaman yasağın değil ‘moda’nın galebe çaldığını not etmek gerek.

II. Meşrutiyetle birlikte çok büyük bir yenilik oldu. Her renkten çarşaf artık üretilmekteydi…(tam burada İŞID’dan kurtulan kadınların rengarenk örtüleri akla gelecektir)

Üstelik artık kadınlar yüzlerini de örtmüyordu ya da peçeleri inceldikçe incelmekteydi.

Ve nihayet kumaş kıtlığının olduğu 1. Dünya savaşı yıllarında ‘tesettür’ arka plana itildi. Hatta bu koşullarda kadınların yeni gözdesi, basitçe başa geçirilen tüller ya da eşarplarla ‘Rus başı’ydı.

Kadınlar II. Meşrutiyet boyunca peçelerini açabilmek için büyük mücadele verdiler. Bu yalnızca sembolik bir mücadele değildi. Kadınların toplumdaki gücü arttıkça özgürlük talepleri yükseliyordu. Sözgelimi savaşın yıkıcı bir hızda tükettiği erkek işgücü kadınlar tarafından doldurulmakta; kadınlar berberlik, yol işçiliği gibi daha önce hayal bile edilemeyecek işlerde ‘erkekler gibi’ çalışmak zorunda kalmaktaydı…

Cumhuriyet, kadınların giyimiyle ilgili memurluk hallerinde ‘tesettürün kaldırılması’ dışında bir uygulama getirmedi. Hatta daha önceki bir yazımızda belirttiğimiz gibi Cumhuriyet’in öncelikli derdi erkeklerdi; daha açığı Cumhuriyetin öncelikli derdi eski’nin ‘erk sahiplerine’ şapkayı giydirmekti.

Tüm ilerici hamlelere rağmen kapitalist Cumhuriyet’in yetmeyen soluğu, Soğuk Savaş Döneminin sağ iktidarlarının tüm toplumu cemaatler cehennemiyle çevirmesi, 12 Eylülün türk-islamcı ana ekseni ve türban yasağından ‘toplum mühendisliği’ gayretleri ile bugün geldiğimiz nokta AKP tipi gericilik.

AKP tipi gericilikte türban, kadınların kendi aralarındaki karşı karşıya geldiği, politik muhterislerin uydurması bir konu değildir. Türbanın hedefi bizatihi kadının özgürlüğü, toplumsal varlığı, kimliği, hareket serbestisidir.

Türban, tüm toplumun, toplumsal yaşantının dinselleşmesi ve bu dinselleşmenin en başta kadınların özgürlüğüne karşı kullanılmasıdır.

Türban, kadınlar için bir özgürlük konusu değil, bir tutsaklıktır; erkek egemenliğinin en zehirli dışavurumunun ‘özgürlük’ kisvesiyle hayatımıza dolanmasıdır…

Tüm bunlardan sonra bir kez daha önyargılara ve ‘politik muhterislerin uydurması çatışmalara’ dönersek olan şudur…

12 Eylül günlerinde ‘sağ-sol çatışmasına’ son verme söylemiyle ne kadar sağcılık yapıldıysa, bugünün ‘başörtülü-başı açık çatışmasına’ son verme söylemiyle –belki farkında olmaksızın- aynı ölçüde AKP’cilik yapılmakta, AKP rejimine ihtiyaç duyduğu rıza üretimi için katkı konmakta.

Bizse rıza üretmeyeceğiz. ‘Taassubunuzu, erkekliğinizi, Saray sevdanızı, harem arzularınızı kadınların saçından uzak tutun’ demeye devam edeceğiz.