Önümüzdeki günler

İrili ufaklı, her biri sektirmeden ve geciktirmeden açıklamalarını yaptılar. Hepsini alıntılamaya yerimiz yok. Gerek de yok. İki örnek yeteri kadar açıklayıcı ve temsil kabiliyetlerinin de olduğunu düşünüyorum. 

Sermaye sınıfının temsilcilerinin seçim sonuçlarına ilişkin yaklaşımlarından bahsediyorum. Biri Sabancı Holding Yönetim Kurulu Başkanı Güler Sabancı. Seçim sonuçlarını Türkiye demokrasisi açısından barış ve uzlaşma yolunda atılmış bir adım olarak değerlendiriyor. Diğeri tabi ki TÜSİAD. Başkanı Cansen Başaran Symes de partilerimizin demokrasinin gereği olan uzlaşma kültürü ile hareket ederek, ülkenin menfaatleri etrafında kenetlenmelerini diliyoruz diyor.

Temennileri (siz çalışmaları diye okuyun) barış ve ülkenin menfaatleri için uzlaşma yönünde. Buna tekrar döneceğiz. 

Halkların Demokratik Partisi bu seçimin tartışılmaz kazananı. Başarılı ve kontrollü bir seçim çalışması sonrasında barajı rahatça geçtiler ve 80 milletvekili ile Meclis’te yerlerini aldılar. HDP önceki seçimlerde AKP’yi destekleyen Kürtlerden, sosyalistlerden ve anlaşılan o ki, küçümsenemeyecek bir oranda Cumhuriyetçilerden oy aldı. Oy verenlerin ortak paydası ise AKP’den kurtulmak idi. Kuşkusuz AKP’den kurtulmak isteyenlerin oy verdiği tek parti değil. Ancak HDP’nin barajı geçmesi Meclisin sandalye dağılımını da belirledi. Ortaya çıkan tablo yurttaşların seçimin ertesi günü gülümseyerek güne başlamalarını sağladı.  Tabi sonuç yalnızca bu moral hali ile değerlendirilemez. Esas olarak AKP tek başına hükümet kuracak milletvekili sayısına ulaşamadı. 

Şimdi koalisyon tartışmaları yapılıyor. Seçim gecesi de paylaştığım üzere akla en yakın olasılık AKP-MHP koalisyonu. MHP devleti hükümetsiz bırakmaz! Zaten Cemaat ile yolların ayrılmasından sonra bürokrasinin birçok alanında AKP, MHP ile çalışmaya başladı bile. Yargıda Birlik Platformu’nu (Derneği) hatırlatmak sanırım yeterli olacaktır. (Vatan Partisi de böyle bir koalisyonu dışarıdan destekler!) 

AKP-MHP koalisyonunun sermaye sınıfı açısından öncelikli tercih olmadığı ise açık. Ancak, mecbur kalınacaksa, bu koalisyon ihtiyaçlara uydurulmaya çalışılacaktır. Bunun “uzlaşma” için ciddi zorluklar içerdiğini bilinerek bu yapılabilir.

Sermaye sınıfının ve emperyalist merkezlerin gönlünden geçen hükümet ise Erdoğansız AKP-CHP koalisyonu. CHP Erdoğansız hali ile AKP ile yan yana gelir mi, hep beraber göreceğiz. Erdoğansızlık halinin ise çeşitli versiyonları olabilir. Örneğin Deniz Baykal’ın görüştüğü halini görmüş olduk! Yani mutlak olarak sarayından çıkması gerekmiyor. Nasılsa temenniler uzlaşma yönünde. Ama bu formül de zorluklar barındırıyor. Daha doğrusu ortada “rahat” bir formül yok.

HDP ile bir koalisyon olasılığı ise neredeyse hiç yok. HDP zaten bu kapıyı aralamadı dahi. Bu yöndeki bir değerlendirme için bu veri dahi yeterli. Bunun yanında “devlet” inde bu aşamada HDP’li bir koalisyon noktasında olması olanaklı gözükmüyor. Bakanlıklara kadar girmiş bir HDP’nin “devlet” tarafından kabul edilebilir olması hala oldukça zor. Eğer bu olursa, gerçekten başka bir aşamaya geçilmiş demektir.  

Görüldüğü üzere, yalnızca hükümet kurulamaması siyasi kriz hali değildir. Daha doğrusu, herhangi bir hükümetin kurulması bu krizi ortadan kaldırmayacak, aksine derinleştirecektir. Nihayetinde bir hükümet kurulacaktır. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın. Ama şimdi ama 45 gün içerisinde hükümetin kurulamaması halinde, seçimlerin yenilenmesi sonrasında. Böylesi bir erken seçim sonrasında meclis aritmetiğinin değişme olasılığı da şu anki veriler ışığında gözükmüyor. Buna rağmen, aynı partiler aynı milletvekili sayıları ile bu sefer rahatça koalisyona gireceklerdir. Başka çözümleri(!) yoktur. Sorumlulukları(!) bunu gerektirmektedir.

***

Egemen güçlerin çabaları “barış” ve “ülkenin menfaatleri” için “uzlaşma” yönünde demiştik. 
İzninizle, önce eğlenceli ama utanmaz bir alıntıyı paylaşmak istiyorum. Cengiz Çandar’ın 10 Haziran günlü köşesinden.
 
“Seçim gününün gece yarısıydı. İstanbul’un orta yerinde Murat Belge’yi taksiye binerken gördüm. Görüşmeyeli epey bir zaman olmuştu. Seslendim. Döndü. Kollarını açarak bana doğru ilerledi. Sarıldık. Kulağına eğildim, ‘Hayatımın en mutlu gecelerimden biri bu’ dedim. İki adım geri adım attı, kollarını daha da açtı, ‘Benim için birincisi’ dedi.”

Çandar yazısının devamında da AKP’nin “bir numaralı kurucusu” Abdullah Gül’ün “elini taşın altına sokması” ve kendisinden kaçırılmış partisine sahip çıkma zamanı artık gelmeli diyor. Çandar’a göre AKP dahil, tüm partiler, Türkiye’nin önündeki acil ve devasa görevin, Tayyip Erdoğan ve etrafında toplanmış “Bremen mızıkacıları”nın tahrip ettiği toplumsal dokunun ve “devlet”in “restorasyonu”olduğunu görmek durumundalar. Yazı 7 Haziran’da Türkiye, “faşizme gidiş”e “dur” dedi. Bundan sonrası, her yönüyle “Türkiye’nin restorasyonu” dönemi diyerek bitiyor.

Zaman Gazetesi de hayata geçecek koalisyon formülünün ‘restorasyon hükümeti' niteliği taşımasını istiyor.  Böyle bir hükümetin öncelikleri de parlamenter demokrasiyi yeniden güçlendirmek, hukukun üstünlüğünü sağlamak, özgürlükleri genişletmek ve yolsuzluk dosyalarını raftan indirmek olarak sıralanıyor. Örnekler artırılabilir. Gerek yok. Yalnızca, Cumhuriyet ve Hürriyet gazetelerinin zaten uzun süredir bu yönde yayın yaptıklarını, seçim sonrası doğal olarak bunu tamamen merkeze yerleştirdiklerini de söylemiş olayım. 

Yaşanan bir restorasyon sürecidir. Bu artık açık açık ve yüksek perdeden de dillendirilmeye de başlanmıştır. Seçim ile birlikte bu süreçte bir viraj alınmıştır.  

Araya parantez yerine geçmek üzere bir paragraf eklemek istiyorum. Restorasyon kavramının kullanımı üzerinden (bence anlamsız ve gereksiz) bir tartışma yürüyor. Herkes de önce buna dair düşüncesini açıklayarak devam etme ihtiyacı duyuyor. Şimdi “moda” olan ise önemsizleştirme, “ne dersen de” hali. Peki, yaşanan bir restorasyon süreci denildiğinde suç mu işleniyor? Eğer söylenmek istenen, “boş verin memleketi anlamak için çaba sarf etmeyi, dalın bodoslama” ise, evet o zaman bunu kale almadığım için “suç” işliyorum. Oysa söylenmek istenenin bu olduğunu da hiç sanmıyorum. Ancak, (maalesef) böyle bir ülkede yaşıyoruz. Siz bir şey anlatmaya çalışırken, bir yandan da aslında başka bir şeyi anlatmadığınızı da izah etmek zorundasınız. O nedenle de, bu yazı da baştan sona memleketin krizden çıkamayacağından aksine krizin daha da derinleşeceğinden bahsetmeye çalışırken, bir de “vallahi de billahi de demek istediğim bu” diye ekleme zorunluluğu duyuyor. Ama bu son olsun. Çünkü birazdan da liberallikten bahsedeceğim.

Benim yaşanan bir restorasyon sürecidir derken anlatmak istediğim yalnızca ülkenin (tekrardan) yönetilebilir hale getirilmesi değildir. Bu yukarıda verdiğim gazete örneklerinde de görüldüğü üzere, görünen yüzdür. Zaten malumun da ilanıdır. Esas olarak kastettiğim, daha önce bu köşede de yazdığım üzere, gerici, işbirlikçi, neoliberal politikalardan oluşan kimliği ile 2. Cumhuriyet olarak kodladığımız rejimin tekrardan raya yerleştirilme, yarım kalan kuruluşunun tamamlanma, bir diktatöre kurban edilmeme çabasıdır. Bunun örneklerini önümüzdeki aylarda bolca göreceğimizi, tartışacağımızı şimdiden söylemenin de sanırım bir sakıncası olmaz. 

Son bir ek daha. Restorasyon tanımlaması ile egemen güçlere asla bir mutlaklık atfedilmemektedir. Bir üst akıldan da bahsedilmemektedir. Söylenen yalnızca ama yalnızca sermaye sınıfının ve emperyalist güçlerin önümüzdeki dönem yönelimlerinin bu yönde olduğudur. Buna dair emareler de çok uzun zaman önce belirmiştir. Bu ise söylenmelidir. 

Liberallerin bu süreçte bir kez daha (utanmazca) rol üstlenecekleri, buna dair hazırlandıkları anlaşılıyor. Bu önemli mi? Evet. Çünkü Türkiye’de liberalizmin LDP’den beslenmediği, kadrolarını oradan çıkarmadığını biliyoruz. Kadrolar soldan devşirilmektedir. Yapılanlar da ne yazık ki sola yazmaktadır. Peki, bu çok önemli mi? Şu anda hayır. Ancak varolan “önemsizleştirme” hali devam ederse, bırakılan boşluklar nedeni ile daha önemli hale gelecektir.

Memleketin liberalleri bu seçimlerde iki partiye oynadılar. Bu her zamanki hallerinden farklı bir durumdu. Onları tek bir siyasi yapıda somutlamak mümkün değil. Zaten varlık sebepleri de bunu dışlıyor. Onlar için önemli olan, bir örgüte sahip olmaktan çok, süreçlere müdahale etmek ve var olan yapılar üzerinden “sivil” bir hareket olarak etkinlik göstermek. Ancak nihayetinde seçim gibi referandum gibi somut tutum alınması gereken durumlarda tek bir siyasi figür veya yapıya işaret ederlerdi. Bu sefer hem HDP’yi hem CHP’yi birlikte işaret ettiler. Bu her zamanki hallerinden farklı bir durum olmakla beraber “uzlaşma” haline uygundur. 

Yine parantez yerine geçmek üzere, izninizle araya bir paragraf daha eklemek istiyorum.  Bu süreçte, ulusalcılar havlu atmasalar da etkisiz hale gelmişlerdir. Yalnız oy oranlarından bahsetmiyorum. Ulusalcı-milliyetçi diye bir ayrım vardıysa (ki, siyaset alanında vardı ve kendilerini farklı programlar ile ifade ediyorlardı) bu alanda temsiliyet milliyetçilerde kalmıştır. Ulusalcılar milliyetçileşmişlerdir! Oysa Cumhuriyetçi kitle hala varlığını sürdürmektedir. Bu kitlenin “sokak” pratiğinin zayıf olması nedeni ile ortalarda pek görülmemesi etkisizleştiği anlamına gelmemektedir. Varlığı ve etkisi sürmektedir, milliyetçileşmemiştir ve solun etki alanı içerisindedir. 

Restorasyon ve liberalizm tartışmalarından bir HDP (veya CHP) eleştirisi ise çıkarılmamalıdır. Bu partiler ile 2. Cumhuriyet rejimine karşı mücadele etmiyorlar diye kavga da edilmez. HDP (ve CHP) solun bir mücadele alanı da değildir. Ama bu tartışmalardan bir sol eleştirisi çıkarılmalıdır. 

***

Baştan beri çizmeye çalıştığım tablo aslında hep bir noktaya işaret ediyor. Belki de bunun en başta yazılması gerekiyordu. O da, bu seçimlerde bağımsız bir hatta vurgu yapan, bunu hayata geçiren Birleşik Haziran Hareketi ile BHH’nin duruşunu kendi duruşu olarak devam ettiren politik yapıların doğrulandığıdır.  Bu önemlidir. Çünkü bu yalnızca geçirdiğimiz seçimde doğru bir duruş sergilemek anlamına gelmemekte, esas olarak önümüzdeki dönemin görevlerinin kimler tarafından doğru olarak anlaşıldığını ve kimlerin bu yükün altına gireceğini de göstermektedir. (Fanatikleşmeyi militanlaşma sananlar daha doğrusu militanlığı fanatikleşmeye çevirenler ise bağımsız hattan seçimlere tek başına girmeyi anlamış ve siyasetin karikatürü haline gelmişlerdir.)

Şimdi çok işimiz var. Bu bağımsız hattın, memleketin 5. gücü olma iddiasının önümüzdeki süreçte nasıl örgütleneceğini, nasıl ve hangi araçlarla siyaset yapacağını tartışacağız. Bunu hızlıca yaparken, siyaseten de geri düşmeyeceğiz. Zaten böyle bir tehlike de yok.  AKP’nin yalnız bırakılması ile ilgili çalışma başladı bile. Kaçak sarayın boşaltılması ile ilgili çalışma da hemen başlamalı. Sonra barajın kaldırılması, tamamen gericileştirilen siyasi, hukuki ve toplumsal yapıya dönük çalışmalar, faşizan yasalar, uygulamalar ve kurumlar. Ve daha birçok başlık.

Tabi, suçluların yargılanması talebinin yükseltilmesi. Ama ne Ergenekon ve devamı davalar gibi kurgusal ne 12 Eylül davası gibi müsamere yargılamalar ile değil. Bağımsız mahkemeler tarafından adil yargılanmalar.

Tüm bu analizler, tartışmalar içerisinde yolumuzu ortaklaştırmak için de yeniden ve yeniden kuracağımız, ortak aklımız olan örgütümüzün ete kemiğe bürünmesi.