Sanat ve edebiyat, artık hiç tartışılmaz oldu.
Ama bizim iklimlerimizde zaten hep böyle oluyor.
Toplumsal-siyasal sorunlar ne zaman ağırlaşsa, sanatın ve edebiyatın özüne, neden’ine ve niçin’ine yönelik tartışmalar da geri plana itiliyor. Varsa yoksa teknik bir takım konular. Olması gereken temelinden yoksun olan tartışmaları.
Örneğimizi tiyatrodan alarak başlayalım mı?
Çünkü tiyatro, bütün sanatlar arasında insana insanı doğrudan betimleyen tek sanat. Çünkü tiyatro salonu, bütün ülke sorunlarını doğrudan yaşayanlar – ya da o sorunlara, çıkmazlara, krizlere doğrudan maruz kalanlar ile bütün bu olguları sanatsal düzlemde yeniden kurgulayan tek sanat. Ve nihayet, yabancı uzmanların kalemlerinden çıkma politik tiyatro tarihlerinden anladığımız kadarıyla, tiyatro, tarihi boyunca ancak politik olabildiği ölçüde tiyatro olabilmiş. Başka deyişle, dünyada olup bitenler karşısında ve onlara ilişkin tutum alabildiği ölçüde tiyatro niteliğini kazanabilmiş. O yüzden tiyatro tarihi, aynı zamanda tiyatronun tarihi boyunca politik olamamış oyunların gömüldüğü ve sonradan kimsenin hatırlamadığı bir mezarlık olma niteliğini de korumuş.
Shakespeare, aradan 400 yıl geçmiş olmasına rağmen bugün hâlâ ve yeni bir Rönesans yaşıyormuşçasına anılıyorsa eğer, bunun tek nedeni metinlerin şiirselliği veya konuların çekiciliği olabilir mi?
Elbette hayır.
Shakespeare 400 yaşı geride bıraktığı günümüzde bütün dünyada anılıyorsa eğer, bunun en temel nedeni bütün oyunlarının sırılsıklam politik olması değil mi? Üstelik onunkisi, zamanının günlük siyasi olaylarının sınırları içersine hapsolmuş bir politik olma hali de değil. Zira bu eşsiz usta, zamanının en sıradan olaylarını bile en evrensel yörüngelere oturtarak kalıcılığa ermiş ender oyun yazarlarından biri.
Tek bir örnek bile bu anlattıklarımı somutlaştırmaya yeter. Troilus ve Cressida, Troya Savaşı’nın son yılında geçen bir oyundur. Savaş başlayalı yedi yıl olmuştur ve taraflar artık neden savaşmakta olduklarını bile unutmuşlardır. Böyle sürüp giden oyun, ansızın Shakespeare’in başka hiçbir eserinde rastlamadığımız şaşırtıcı bir son’la noktalanır: Oyunun başkahramanlarının hiçbirinin sonu hakkında seyirciye bilgi verilmez.
Ne olmuştur? Yazar, örneğin öteki bütün oyunlarının başkahramanlarına birer son biçmekten yorulmuştur da, ‘bir değişiklik yapayım’ mı demiştir?
Böylesi, elbette Shakespeare’in dehasıyla bağdaştırılamayacak kadar sıradan bir tutum olabilirdi. Oysa Shakespeare, oyunun başkişilerinin tümünü ‘kahramanlık’ niteliğinden yoksun bırakmakla şu mesajı verir: Taraflara artık neden savaştıklarını bile unutturacak kadar uzun sürmüş, bu yüzden de kanlı bir saçmalıktan başka bir şey sayılamayacak bir savaşın kahramanları olsa ne olur, olmasa ne olur?
Bu mesaj, gelmiş, geçmiş ve gelecekteki tüm savaşlar bağlamında insanlığın suratına indirilmiş, ve izi hiç geçmeyecek ağırlıkta bir tokattan başka bir şey değildir.
Ne dersiniz? Acaba özellikle geride kalan son birkaç yılımız ve özellikle de yaşamakta olduğumuz günler göz önünde tutulduğunda, sahnelerimizden birinde Troilus ve Cressida ile karşılaşmak, çok mu anlamsız olurdu?
Hayır, elbette anlamsız olmazdı.
Ancak genelde bütün sanatın, özelde de tiyatronun eğitiminin artık - birkaç istisnanın dışında – sadece teknik bilgiler temeline dayandırıldığı, buna karşılık dar zamanlarda sanatın militan bir sanat olmasının yollarının hemen hiç tartışılmadığı bir ortamda ansızın bir Troilus ve Cressida’dan söz etmeye kalkışmak, belki de başlı başına bir anlamsızlıktır.
Ve bu, inanın bana, toplum adına gerçekten acıtıcı bir anlamsızlıktır!