1999 yılında, Cumhuriyet gazetesindeki ‘Odak Noktası’ adlı köşemde altı hafta boyunca “Okuyan Gençliğe Mektuplar” başlığı altında altı mektup yayınlamıştım.
Mektuplar, daha tamamı yayınlanmadan çok yoğun bir ilgi gördü. Bu ilgi, son mektubun ardından daha da yoğunlaştı. Yazılı ve sözlü mesajların sahipleri, mektuplarda ele almaya çalıştığım konulara ilişkin olarak kendi görüşlerini iletiyorlardı. Benim için asıl sevindirici olan nokta ise, hemen hepsinin konuları son derece güncel ve önemli diye nitelendirmeleriydi.
Son mektubun da yayınlanmasının ardından, ülkemizin çeşitli üniversitelerinde – bazıları yönetici konumunda olmak üzere - görev yapan çok sayıda öğretim üyesi ile çeşitli liselerde çalışan değerli öğretmenlerden kaçırdıkları mektupların kopyalarını yollamam için istekler aldım.
Gerek mektupların yayını sürerken, gerekse tamamlandıktan sonra bana asıl mutluluk veren olay ise, aldığım mesajların büyük çoğunluğunun gençlik kesiminden, başka deyişle, benim asıl hedef kitlemden gelmesiydi. Bu mesajların en çarpıcı ortak özelliği ise gençlerin mektuplarımda ileri sürdüğüm görüşleri çıkış noktası yaparak kendileriyle çok temel hesaplaşmalara girişmeleriydi.
“Okuyan Gençliğe Mektuplar”ın altıncı ve son mektubu, ülkemizde demokrasiden ve çok partili rejimden ne anlaşıldığı konusuna ayrılmıştı. Yeni bir genel seçimin hemen sonrasında ve ne yazık ki bulanık bir ortamda bulunduğumuzdan, sözünü ettiğim son mektuptan kısaltarak yaptığım bir alıntıyı aşağıda veriyorum:
“Sizlerle, sevgili okuyan gençler, tartışmak istediğim son konu, ülkemizde demokrasiden ve çok partili rejimden ne anlaşıldığı. En ileri Batı demokrasilerinde bulunan hemen bütün kurumların, örneğin anayasanın, Anayasa Mahkemesinin, siyasi partilerin vb. Türkiye’de de bulunmasına rağmen, neden hâlâ demokratik bir ülke olmak için bunca çaba harcamak zorunda kaldığımızı, insan hakları ve temel özgürlükler konusunda neden hep sınıfta kaldığımızı hiç kuşkusuz siz de kendi kendinize sormuşsunuzdur. Ve sanırım bu soruların ardından, asıl önem taşıyanın bu kurumların salt varlığı değil, ama nasıl olması gerekiyorsa öyle çalışması olduğunu sizler de anlamışsınızdır.
İsterseniz önce çok partili rejim konusuna değinelim.
Bu konuda ülkemizde yapılması gereken ilk saptama, siyasi partilerin ‘günlük görüşlerinin’ bulunduğu, ama ‘dünya görüşlerinin’ bulunmadığıdır. Ülkemizdeki siyasi partilerin programları eskiden beri ‘vaatlerden’ yana çok zengindir, ama aynı zenginliği ‘çözüm üretme’ bağlamında da sergilediklerini söyleyebilmek neredeyse olanaksızdır. Bu durum özellikle muhalefette olan bir partinin iktidara gelmesi ya da iktidarı yitiren bir partinin muhalefet olması halinde çok açık gösterir. Ülkemizdeki genel uygulama, muhalefetten iktidarın doğru yanlış ayrımına gidilmeden bütün yaptıklarının karalanmasının, iktidardan ise bir zamanlar muhalefette iken karalananların yinelenmesinin anlaşılmasıdır.
Bunun temel nedeni, hemen hiçbir partinin gerçek anlamda ‘özgün’ denilebilecek programının bulunmamasıdır. Sevgili gençler, çok partili rejime geçtiğimizden bu yana bütün parti programlarını ciddiyetle araştırdığınız takdirde, birbirinden gerçekten ‘farklı’ programların azlığı sanırım sizleri de çok şaşırtacaktır.
Sizler, şu anda ülkenin en genç seçmenlerisiniz. Bu nedenle demokrasileri asıl ayakta tutan ve onların sürekliliğini sağlayan güç olan ‘doğru’ seçmenlik bilincine her şeyden çok titizlik göstermelisiniz.
Herhangi bir bireyde böyle bir bilincin varlığından, ancak o kişi oyunu kafasında özgürce yaptığı değerlendirmeler doğrultusunda kullanıyorsa, kendi kendine – asıl seçimi o yolda olmadığı halde – örneğin yalnızca belli bir barajı aşabilecek gibi gördüğü partilere oy vermek gibi bir ‘zihinsel baraj’ koymuyorsa söz edilebilir.
Sevgili gençler, eğer ülke adına gerçekten bir şeyleri değiştirmek istiyorsanız, bu ülkenin daha iyi yarınlarına içtenlikle katkıda bulunmaktan yanaysanız, o zaman yalnızca birkaç şeyi değil, fakat ‘her şeyi’ yeniden değerlendirmek ve hep bu bilgi ile beslemek zorunda olduğunuz aklınızın süzgecinden geçirmek zorundasınız…”
Evet, bu satırlar 1999 yılında yazılmıştı.
Ama o zamandan bu yana çok şey değişti, ve bir zamanların ‘okuyan’ gençliği, artık genelde asla yeterince okumayan bir gençliğe dönüştü. Bilgi kaynağı bağlamında, o yıllardaki yoğun okuma eylemi yerini artık umarsız bir ‘facebook kültürü’nün bataklığına bıraktı.
Benden söylemesi!
1999 yılında, Cumhuriyet gazetesindeki ‘Odak Noktası’ adlı köşemde altı hafta boyunca “Okuyan Gençliğe Mektuplar” başlığı altında altı mektup yayınlamıştım.Mektuplar, daha tamamı yayınlanmadan çok yoğun bir ilgi gördü. Bu ilgi, son mektubun ardından daha da yoğunlaştı. Yazılı ve sözlü mesajların sahipleri, mektuplarda ele almaya çalıştığım konulara ilişkin olarak kendi görüşlerini iletiyorlardı. Benim için asıl sevindirici olan nokta ise, hemen hepsinin konuları son derece güncel ve önemli diye nitelendirmeleriydi.
Son mektubun da yayınlanmasının ardından, ülkemizin çeşitli üniversitelerinde – bazıları yönetici konumunda olmak üzere - görev yapan çok sayıda öğretim üyesi ile çeşitli liselerde çalışan değerli öğretmenlerden kaçırdıkları mektupların kopyalarını yollamam için istekler aldım.
Gerek mektupların yayını sürerken, gerekse tamamlandıktan sonra bana asıl mutluluk veren olay ise, aldığım mesajların büyük çoğunluğunun gençlik kesiminden, başka deyişle, benim asıl hedef kitlemden gelmesiydi. Bu mesajların en çarpıcı ortak özelliği ise gençlerin mektuplarımda ileri sürdüğüm görüşleri çıkış noktası yaparak kendileriyle çok temel hesaplaşmalara girişmeleriydi.
“Okuyan Gençliğe Mektuplar”ın altıncı ve son mektubu, ülkemizde demokrasiden ve çok partili rejimden ne anlaşıldığı konusuna ayrılmıştı. Yeni bir genel seçimin hemen sonrasında ve ne yazık ki bulanık bir ortamda bulunduğumuzdan, sözünü ettiğim son mektuptan kısaltarak yaptığım bir alıntıyı aşağıda veriyorum:
“Sizlerle, sevgili okuyan gençler, tartışmak istediğim son konu, ülkemizde demokrasiden ve çok partili rejimden ne anlaşıldığı. En ileri Batı demokrasilerinde bulunan hemen bütün kurumların, örneğin anayasanın, Anayasa Mahkemesinin, siyasi partilerin vb. Türkiye’de de bulunmasına rağmen, neden hâlâ demokratik bir ülke olmak için bunca çaba harcamak zorunda kaldığımızı, insan hakları ve temel özgürlükler konusunda neden hep sınıfta kaldığımızı hiç kuşkusuz siz de kendi kendinize sormuşsunuzdur. Ve sanırım bu soruların ardından, asıl önem taşıyanın bu kurumların salt varlığı değil, ama nasıl olması gerekiyorsa öyle çalışması olduğunu sizler de anlamışsınızdır.
İsterseniz önce çok partili rejim konusuna değinelim.
Bu konuda ülkemizde yapılması gereken ilk saptama, siyasi partilerin ‘günlük görüşlerinin’ bulunduğu, ama ‘dünya görüşlerinin’ bulunmadığıdır. Ülkemizdeki siyasi partilerin programları eskiden beri ‘vaatlerden’ yana çok zengindir, ama aynı zenginliği ‘çözüm üretme’ bağlamında da sergilediklerini söyleyebilmek neredeyse olanaksızdır. Bu durum özellikle muhalefette olan bir partinin iktidara gelmesi ya da iktidarı yitiren bir partinin muhalefet olması halinde çok açık gösterir. Ülkemizdeki genel uygulama, muhalefetten iktidarın doğru yanlış ayrımına gidilmeden bütün yaptıklarının karalanmasının, iktidardan ise bir zamanlar muhalefette iken karalananların yinelenmesinin anlaşılmasıdır.
Bunun temel nedeni, hemen hiçbir partinin gerçek anlamda ‘özgün’ denilebilecek programının bulunmamasıdır. Sevgili gençler, çok partili rejime geçtiğimizden bu yana bütün parti programlarını ciddiyetle araştırdığınız takdirde, birbirinden gerçekten ‘farklı’ programların azlığı sanırım sizleri de çok şaşırtacaktır.
Sizler, şu anda ülkenin en genç seçmenlerisiniz. Bu nedenle demokrasileri asıl ayakta tutan ve onların sürekliliğini sağlayan güç olan ‘doğru’ seçmenlik bilincine her şeyden çok titizlik göstermelisiniz.
Herhangi bir bireyde böyle bir bilincin varlığından, ancak o kişi oyunu kafasında özgürce yaptığı değerlendirmeler doğrultusunda kullanıyorsa, kendi kendine – asıl seçimi o yolda olmadığı halde – örneğin yalnızca belli bir barajı aşabilecek gibi gördüğü partilere oy vermek gibi bir ‘zihinsel baraj’ koymuyorsa söz edilebilir.
Sevgili gençler, eğer ülke adına gerçekten bir şeyleri değiştirmek istiyorsanız, bu ülkenin daha iyi yarınlarına içtenlikle katkıda bulunmaktan yanaysanız, o zaman yalnızca birkaç şeyi değil, fakat ‘her şeyi’ yeniden değerlendirmek ve hep bu bilgi ile beslemek zorunda olduğunuz aklınızın süzgecinden geçirmek zorundasınız…”
Evet, bu satırlar 1999 yılında yazılmıştı.
Ama o zamandan bu yana çok şey değişti, ve bir zamanların ‘okuyan’ gençliği, artık genelde asla yeterince okumayan bir gençliğe dönüştü. Bilgi kaynağı bağlamında, o yıllardaki yoğun okuma eylemi yerini artık umarsız bir ‘facebook kültürü’nün bataklığına bıraktı.
Benden söylemesi!