Okuduğunu anlamak

Eskiden herkes herkesin dergisini okur, ötekilerin ne düşündüğünü, ne yapmaya çalıştığını anlardı.  İnsanlar dergilerinde gayet anlaşılır bir dille “direniş komiteleri”ni, “Üç Dünya Teorisi”nin çeşitli yorumlarını,  UDC’yi (Ulusal Demokratik Cephe); Troçki’nin “1938 Geçiş Programı”nı, Stalin’in “Milli mesele”ye yaklaşım tarzını ve daha pek çok şeyi açıkça yazar ve tartışırdı. Bir araştırma yapılsa, o dönemde (uzun bir dönem: 1963-1980) farklı gruplardan  sosyalistlerin her dönemde aynı  kitapları okuyup aynı kaynaklardan beslendikleri görülür. Elbette dünyada da her şey yerli yerindeydi. En “geri unsur” bile Pekin-Moskova  çatışmasını, “sosyal emperyalizm teorisi”ni, Latin Amerika gerillasını, Endonezya katliamını, “Filipin tipi demokrasi”yi, Leninist örgüt teorisini, Ulusal Kurtuluş Mücadeleleri’ni ve farklı grupların  bu konulardaki görüşlerini bilirdi.

Nostalji yapmıyorum. Elbette bir “altın çağ” değildi. Ya da  bizim için belki öyleydi; zira, “1961 Anayasası’nın sağladığı kısmi özgürlük ortamı”nda çok geniş bir ufuk açılmıştı. “Bilgi”ye ulaşmak ancak kitapla olduğu için ulaşılan bilgi sağlam oluyordu.

Gene o dönemde, küresel ve  ulusal medya bu kadar yaygın ve bilinçli değildi, iletişim  aygıtları cebimize kadar girmemişti; “sanal sosyal ortam” yoktu mesela; dolayısıyla manipülasyon, oyalama, dedikodu, kafayı dağıtarak düşünemez hale gelme imkânı, yalan haberlere inanarak pek çok saçmalığı sakız gibi çiğneyip anlamsız sonuçlar çıkarma âdeti  yoktu. En genelde bir “fikir disiplini” olduğunu söyleyebiliriz. Günümüzde yaşını başını almış insanlar bile önlerine gelen haber/yorum yığınını ayıklamaya gerek görmüyorlar. İnsanlar sanki okuduklarını anlamıyor, anladıklarını da akılda tutamıyorlar ve her şeye inanıyorlar.

Günümüzde partisiz bir sosyalistin kendisi hakkında yapılan spekülasyonları önlemek için görüşlerini notere tasdik ettirip bir pankarta yazarak yanında taşımasından başka çare yok gibi görünüyor.

Soruluyor: “IŞİD sizce bir terör örgütü müdür?”

Cevap: “Hayır.”

Amerikan Conisi’nin sakız çiğneyerek yukarıdan düğmeye basıp Bağdat’ın evlerini, bahçelerini, insanların ailelerini, komşularını, tarihlerini ve geleceklerini “demokrasi getiriyorum” diye yok edip, ardından insanı insana kırdırmasının yarattığı terör karşısında IŞİD’in kafa kesmesi sadece bir sonuçtur.

Bunun üzerine, türkü söylemekten başka marifetini bilmediğim şahıs, “Aydınlık’ta  yazan ruh hastası, Kürtler öldürüldükçe zevkleniyor” mealinde sözlerle kampanya başlatıyor. Buna da eyvallah! Ancak müteveffa ebeme, eşiktekine beşiktekine, itine bitine kadar uzanmaya gerek yok; mülteci olarak sığındığımız ülkelerden yazmıyoruz biz, adresi belli  insanlarız, her zaman bekleriz… İleri Haber’e “stratej” (!) olarak Ankara’dan yazıyorum mesela, Frankfurt’tan değil. Adam kalkmış ben sanki kendi hareketinin içinde yer alan muhalifmişim gibi anlatıyor. Bu ne samimiyet! Sosyalistlere musallat olma huyundan otuz senedir vazgeçemediler. Sırtlarını AKP’nin sürecine, “üçüncü göz”e dayamışlar, her sesini çıkarana ayar verecekler. Siz Kuvvayı Milliyeci İpsiz Recep’e kurban olun!

Ayrıca ben PKK’ye ve onun önderliğine hayran olmak, Kürtlerin ABD ve İsrail desteğinde  devlet kurmalarını istemek, “mademki ulustur o zaman kaderini tayin eder” saflığıyla geç etnik milliyetçiliğe sevdalanmak zorunda değilim. Rojava’yı Stalingrad’a benzetecek, İspanyol İç Savaşı’yla analoji yapacak kadar cahil ya da her çeşit propagandanın gazına gelecek kadar budala da değilim. Türkiye’nin ulus-devlet niteliğini kaybederek cemaatler ve tarikatlarca yönetilen bir ümmet toplumuna dönüşmesini, çeşitli fantezilerle bölünerek iç savaşa sürüklenmesini, iki halkın ve o iki halkı dikine kesen iki mezhebin emperyalizmin canlandırdığı tarihi düşmanlıklarla birbirine girmesiyle burada Irak ve Suriye’dekinden bile beter manzaraların oluşmasını istemiyorum. Yani burası, Türkiye, tarihiyle kültürüyle beni ilgilendiriyor… Kürtler ABD’nin stratejik çıkarlarıyla örtüşerek devlet kurma imkânını yakaladılar diye ülkenin baştan başa yakılıp yıkılmasını, Cumhuriyet’le hesaplaşılıyor diye dini esaslara göre yönetilmeyi istemem.

Öteki Ortadoğu ülkelerinde olmayan bir Laik Cumhuriyet anlayışı var burada; halkımız bu zamana kadar iç savaşa sürüklenmediyse, AKP on iki yıldır tam bir hegemonya kuramadıysa, “yeni sosyoloji”si tutmadıysa, bu temel sayesindedir.

Bu konularda neredeyse onlarca yazı yazdım. Elbette kişinin küfretmeden önce bunların hepsini okuması beklenemez. Ama en azından göz ucuyla okuduğu bir iki cümleyi doğru anlatması, en azından dürüst olması gerekir.

Dürüstlük dedim de aklıma geldi… Tekrar yazının başına dönmek gerekirse, geçmişte “fikir disiplini”nin yanı sıra devrimci  dürüstlük ve özgüven de vardı. İdam sehpasına çıkarılanlar ya da  Kızıldere’de kıstırılanlar, “Hizmete hazırız, güzel ağbim!” demedikleri için bugün dünya devrimcilerinin en yüksek ve saygın Panteon'unda yatıyorlar. Karakterlerinde boyun eğmeyen (incorruptible) bir sağlamlık vardı. Dolayısıyla, herkese ve her mücadeleye saygı duyma, her kıvraklığın uyduruk gerekçesini benimseme  ve en önemlisi, insanlara okuduklarını anlamayı öğretme mecburiyetimiz yoktur. 

[email protected]