Obama’nın konuşması ve “yeni 11 Eylül”

10, 11 ve 12 Eylül… Üç tarihin de komünistlerle ilgili olduğunu yıllar önce söyledik. Dün hepimizin ortak doğum gününü kutladık, yarın da ülkemiz tarihinde halka karşı işlenen en büyük suçu bir kez daha hatırlayacağız ve hatırlatacağız.

Bugün ise 11 Eylül saldırılarının yıl dönümünde ABD’nin yeni açıkladığı “IŞİD’le mücadele” politikasına değinmek istiyorum. ABD Başkanı Obama’nın birkaç saat önce televizyonlardan “ulusa sesleniş” konuşmasıyla ilan ettiği politika, “yeni 11 Eylül mü?” sorusunu akıllara getirdi. Konuyu kapsamlı bir şekilde ele almak istediğim için uzun bir yazı olacak, bu nedenle şimdiden okurların affına sığınmak isterim.

Önce bir konuya dikkat çekelim. Emperyalist devletlerin kendi kurdukları veya güçlenmesine göz yumdukları örgütlere karşıtlık üzerinden politika geliştirmesiyse konu, evet, IŞİD’in el Kaide benzeri bir rol oynadığı ve 11 Eylül’e benzer bir durumun yaşandığı söylenebilir. Ancak benzer örneklerin uzun bir geçmişe sahip olduğu, örneğin soğuk savaş tarihinde bunun çok örneği bulunduğu unutulmamalıdır.

Ancak asıl daha önemlisi, tarihteki kritik dönüm noktalarının o anla ve geçmişiyle değil, sonrasıyla da tarif edilmesi gerektiği… Yarınki yıl dönümü bu açıdan oldukça açıklayıcıdır. 12 Eylül’ü yalnızca bir faşist darbe tarifiyle sınırlandırmak eksiktir. 12 Eylül aynı zamanda sonrasında gelen Özal liberalizmi ve gericiliğidir. Bu anlamda 12 Eylül’ü örneğin “yeni 27 Mayıs” veya hatta “yeni 12 Mart” olarak tarif etmek biçimsel kalacak, açıklayıcı olmayacak ve bir mücadele politikası geliştirilmesi açısından çok şey ifade etmeyecektir.

Bu nedenle Obama’nın açıkladığı “IŞİD’le mücadele planı”nın siyasal içeriğine bakarken, yakın dönemde bizi bekleyen politikalar ile 11 Eylül sonrasını karşılaştırmak yararlı olacaktır. Ve kritik nokta, bunun yalnızca bir analiz konusu olarak ve bir analiz bağlamında değil, iki dönem için mücadelenin içeriği bağlamında yapılması gerektiğidir.

İlk olarak askeri saldırganlık boyutuyla başlayalım. 11 Eylül sonrası dönem doğrudan ABD işgali demekti. ABD’nin Afganistan ve Irak’a yüz binlerce kara birliği yığması ve bölgedeki işbirlikçi devletleri yalnızca lojistik destek için kullanmasıydı. Bugün Obama’nın konuşmasında çizilen çerçeve ise asıl saldırgan gücün bölgedeki işbirlikçi güçler olmasını, ABD’nin onlara askeri eğitim ve silah sağlamasını ve gerektiğinde hava saldırıları düzenlemesini içeriyor. Obama Irak örneğindeki gibi bir işgale girişmeyeceklerinin altını özellikle çizdi.

Burada bir Suriye parantezi açmak gerekiyor. Konuşmasındaki en kritik noktanın IŞİD’e karşı Suriye muhalefetine askeri desteğin artırılacağının açıklanması oldu diye düşünüyorum. Obama Baas hükümetinin hiçbir zaman tekrar meşruiyet kazanamayacağını söyledi ve ABD’nin Suriye’deki yenilgisini kabullenmediğini, aynı politikayı bir kez daha ve daha güçlü bir şekilde deneyeceğini açıklamış oldu. Bu açıdan IŞİD bahanesiyle her an Suriye’ye yönelik bir saldırı gündeme gelebilir ve buna karşı hazırlıklı olunmalıdır.

Devam edelim. ABD’nin 11 Eylül sonrası politikası bölgede İsrail dışındaki işbirlikçi devletlerle bile gerilim yaşamasına neden olacak düzeyde tek taraflıydı. Bizim açımızdan en kritik olay, “sadık müttefik” Türkiye’yle iplerin gerildiği 2003 tezkere krizi olmuştu. Bush’un politikası “ya benden yanasın ya bana karşı” şeklinde özetlenmişti ve bütün dünyayı ABD’den yana ve karşıt olanlar şeklinde kutuplaştıran bir etkisi olmuştu.

Bugün ilan edilen politikada ise böyle bir kutuplaşma hedeflenmiyor ve daha önce önemsiz olan diplomasi cephesi, bugünkü sürecin ana cephelerinden birini oluşturuyor. ABD şu anda Suriye devleti dışında bölgede istisnasız bütün güçlerle yoğun temaslar yürütüyor ve “kapsayıcı” olmaya çalışıyor. Bu durum gerilimlerin ve krizlerin olmayacağı anlamına gelmiyor kuşkusuz. Emperyalizmin egemen olduğu bu dünyada bu mümkün değil. Ancak 11 Eylül sonrası kadar tek taraflı haraket eden ve kendi müttefikleriyle bile ipleri geren bir ABD olmayacak gibi görünüyor.

Bir başka konu da uluslararası kurumlar meselesi. 11 Eylül’ü izleyen dönem ABD’nin BM’yi ve hatta NATO’yu bile beklemeden adım atmaktan çekinmediği bir süreçti. Bugün ise ABD’nin Suriye devletine karşı BM’yi aktif olarak kullanmaya çalıştığı ve Güvenlik Konseyinde Rusya ve Çin’in vetosuna saygı duymak zorunda kaldığı görülüyor. Buna ek olarak NATO’nun da hem Ortadoğu, hem de Doğu Avrupa’da yeni görevler için hazırlık yaptığı son zirvesinde netleşti. Bu açıdan NATO’yu çok daha aktif göreceğimiz bir sürece hazırlıklı olmalıyız.

11 Eylül sonrası süreç ABD’nin bütün saldırganlığına rağmen Rusya ile ilişkilerinin sıcak olduğu bir dönemdi. ABD’nin özellikle Afganistan saldırısını destekleyen Rusya, bunun için lojistik destek sağlamış ve ABD’nin bazı Orta Asya ülkelerinde askeri üsler kurmasına itiraz etmemişti. Bugün ise ABD - Rusya ilişkilerinin gergin olacağı bir süreç bizi bekliyor. Putin ABD’nin o dönemki “terörle mücadele” politikasını sonuna kadar alkışlarken, bugün “IŞİD’le mücadele” politikasına Rusya’dan kısık sesli de olsa eleştiriler geliyor. Bu gerilim Ukrayna, ekonomik yaptırımlar ve başka alanlarda da kendisini hissettirecektir. Obama’nın konuşmasında Ukrayna gündeminde açıkça “Rus saldırganlığı” ifadesini kullanması önemlidir.

Son olarak toplumsal meşruiyet konusuna değinmeliyiz. 11 Eylül sonrası, ABD’nin toplumsal meşruiyet kaygısını tarihinde en az önemsediği dönemdi. Bu nedenle başta Ortadoğu ülkeleri olmak üzere bütün dünyada ABD karşıtlığında büyük artış yaşanmıştı. Türkiye toplumunda da anti-emperyalist temeli zayıf da olsa ABD’ye karşı tarihte görülmemiş düzeyde bir nefretin yükseldiğine tanık olduk. Bugün ilan edilen politikada ise ABD’nin meşruiyet kaygısını geçmişte olduğundan çok daha fazla gözettiği anlaşılıyor. “IŞİD karşıtı” kampanya dikkatli diplomatik adımlar ve medya operasyonlarıyla yürütülüyor. Bunun sonucunda cihatçı tehlikeye karşı ABD’yi bir kurtarıcı olarak görenlerin sayısında bir artış yaşanması hedefleniyor.

Buraya kadar saydığımız noktalar konunun analiz boyutuyla ilgili. Ancak aslolan mücadelenin içeriğidir ve analitik farklılıklar mücadeleye doğrudan yansımak zorunda değildir. Şimdi konunun mücadele boyutunu ele alalım.

Ortadoğu coğrafyasında kurtuluşun yolu yaklaşık yüz yıldır anti-emperyalist ve gericiliğe karşı mücadeleden ve bu mücadelelerin sosyalizm ile buluşturulmasından geçiyor. Tam da bu nedenle 11 Eylül’ün ardından başlayan ABD saldırganlığı karşısında “Kahrolsun emperyalizm, kahrolsun gericilik” sloganlarıyla sokağa çıkmıştık. Bu açıdan yüz yıldır değişmeyen şey bugün de değişmeyecektir. Bu iki ana politik doğrultu ve sosyalizm hedefi bu topraklarda mücadelenin değişmezleridir.

Bu değişmezlerin 11 Eylül sonrasına kıyasla bugünün koşullarında nasıl somutlanacağına baktğımızda ise şunları söyleyebiliriz:

- ABD saldırganlığının temel meşruiyet kaynağı, bizzat kendi elleriyle beslediği IŞİD’e ve cihatçı örgütlere karşı mücadeledir. Burada ABD sahtekarlığını deşifre edilmesi, liberallerin bu örgütlere karşı söylemlerindeki iki yüzlülüğün sergilenmesi önemlidir. Ancak bu yalnızca bir teşhir faaliyeti olarak görülemez. Ortadoğu’daki sol güçlerin yapması gereken, “gericilikle mücadele bizim işimiz” diyerek bu mücadelede en ön safta olarak ve mevziler kazanarak emperyalistlerin ve liberallerin böyle bir mücadeleyi yürütemeyeceğini ortaya koymaktır. Ülkemizde İmam Hatip dayatmasına, gerici yasaklara ve baskılara karşı verilecek mücadelenin bir de böyle bir yönü bulunmalıdır.

- Ortadoğu’da 11 Eylül sonrasında görüldüğü düzeyde bir anti-amerikancılık yükselmeyecek, ABD politikasının en çok tepki çekecek yönlerini yerel işbirlikçi unsurlar yürütecektir. Bu anlamda anti-emperyalist mücaledenin bir parçası olan işbirlikçilikle mücadele önem kazanacaktır.

- Aynı nedenle Ortadoğu halklarında emperyalist devletlerin bir kurtarıcı olarak görülme ve sempati toplama ihtimaline karşı ideolojik mücadele önem kazanmıştır. Obama’nın konuşmasında Ezidi bir kadından yaptığı alıntıda ABD’ye yönelik sayılan övgüler, bölge halkları için büyük tehlike kaynağıdır.

- 11 Eylül’ü izleyen yıllarda İran’a yönelik bir saldırı olasılığına karşı imza kampanyası düzenlemiş ve binlerce imza toplamıştık. Bugün ise kısa ve orta vadede böyle bir olasılık görünmezken, aksine İran’ın ABD’ye meşruiyet katan adımları gündeme gelebilecektir. Dahası, İran aynı zamanda Türkiye’de AKP iktidarına da güç ve meşruiyet kazandıran bir noktaya gelmiştir. Bu nedenle 11 Eylül sonrasının aksine, anti-emperyalistlerin önümüzdeki dönemde bir askeri tehdit karşısında İran’ı savunmak gibi bir gündemi olmayacağı anlaşılmaktadır.

Sonuç olarak gericiliğe yönelik tepkilerin yoğunlaştığı bir dönemde sosyalistler bu mücadelenin temsiliyetini üstlenmeli ve en kararlı ve aktif unsuru olmalıdır. Bu konuda solun eli tarihsel ve siyasal olarak güçlüdir. Emperyalizme mücadele ve özellikle eleştiri oklarımızı yerel işbirlikçi unsurlara yöneltmek konusunda ise zorlu görevler bizi bekliyor. Hangi ulustan ve mezhepten olursa olsun, işbirlikçilere karşı en sert tepkiyi göstermekten çekinmemeliyiz.