No'nun yönetmeninden Neruda

Şili’de 1988’de Pinochet diktatörlüğünü meşrulaştırmayı amaçlayan bir halk oylamasına dönük “hayır” kampanyasını konu alan No (2012) adlı filmi ülkemizin malum güncel siyasi gündemi vesilesiyle anımsanan ve hatta vizyona girdiği dönemde olmadığı kadar çok tartışılan Şilili yönetmen Pablo Larrain’in yeni filmlerinden Neruda (2016) ‘Başka Sinema’ zinciri üzerinden dün üç şehirde vizyona girdi. 

Birkaç hafta önce de Larrain’in ABD yapımı ilk filmi olma özelliğini taşıyan Jackie’yi (2016) de beyaz perdelerimizde izlemiştik. Dünyaca ünlü Şilili Komünist şair Pablo Neruda’nın polis takibatından sakınmak için kaçak yaşadığı günlerini konu alan Neruda, ironik biçimde No’dan ziyade bir suikaste kurban giden ABD Başkanı John Kennedy’nin dul eşine odaklanan Jackie ile benzerlik gösteren bir film. Larrain’in bu iki yeni filmi de kendi halklarının toplumsal belleğinde iz bırakmış tarihsel kişiliklere dair imgelerle gerçeklik arasında aslında açı olduğu noktasından hareket eden çalışmalar.

Neruda, ünlü şairin aynı zamanda Şili Komünist Partisi üyesi olarak senatörlük yaptığı 1948 yılında ŞKP’ye dönük büyük tevkifatın arifesinde açılıyor. Neruda, yaklaşmakta olan tevkifatı öngören KP yetkililerinin yeraltına geçmesi önerisine önce soğuk bakıyor ancak kısa bir süre sonra bu öneriyi kabul etmek zorunda kalıyor ve Avrupa’ya geçip açığa çıkıncaya dek sürecek firari bir yaşama başlıyor KP yeraltı örgütünün himayesinde. Ancak Neruda alışıldık anlamda bir ‘faşizm koşullarında direniş’ filmi değil. KP temsilcilerinin, Neruda’nın dostlarıyla birlikte eğlenmekte olduğu evine yaptıkları gece ziyareti sahnesinde bahçedeki bekçi köpeğinin KP’lilere saldırganca havlamasından hırsızlara, soygunculara karşı eğitilmiş bu hayvanın Neruda’nın evinin ‘olağan’ sakinleri ile, müdavimleri ile bu gece ziyaretçileri arasındaki kılık-kıyafetten başlayarak dış görünüm farkını nasıl algıladığını anlıyoruz: KP temsilcileri ile Neruda, aralarında ‘yoldaşlık’ ilişkisi olmasına karşın ayrı sosyal çevrelerin insanları. Neruda’nın yoldaşlarından ‘farklılığı’ en açık biçimde komünist bir garson kadının “sosyalizm geldiğinde biz mi sizin gibi yaşamaya başlayacağız, siz mi bizim gibi yaşamaya başlayacaksınız?” sorusunda ifade ediliyor.

Filmdeki anlatıcı üst-ses, Neruda’yı yakalamakla görevli polis yetkilisine ait olsa ve dolayısıyla bu “farklılıklar” sözel düzeyde anti-Komünist bir eleştirellikle ifade edilse de filmin yöneliminin, muradının Neruda’yı itibarsızlaştırmak üzere teşhir etmek olduğu söylenemez. Neruda’nın firari yaşamının gerçekliği, açığa çıktıktan sonra lanse edilen “yeraltı direnişini örgütledi” söylemindeki vurguyla örtüşmese de filmde sergilenen Neruda portresi, yoldaşlarından sosyal çevre kökeni itibariyle farklı ama hem sanatsal gücü, hem de karşısındaki insanlara insancıl yaklaşımı sayesinde çevresinde, işçi sınıfı başta olmak üzere halk üzerinde büyük bir etkileyicilik yaratan bir Neruda portesi. Ve Neruda’nın bu etkileyiciliğini, demokrasi ve işçi sınıfının kurtuluş mücadelesine katkı yapmakta kullanmayı yaşamının ana yönelimi olarak belirlemiş olduğuna dair kuşku yaratmaya dönük herhangi bir gönderme yok filmde. 

Neruda’nın etkileyiciliğinin filmde son tahlilde en öne çıkartılan göstergesi ise onun izini süren polisin de aslında ona ne kadar hayran olduğunun net biçimde sergilenmesi. Öyle ki sözkonusu polis, “ölümsüzlüğe” ancak Neruda’nın hayatına, onu yakalamaya çalışan polis olarak da olsa bir şekilde değip onun tarafından adının anılması sözkonusu olduğunda ulaşacağının bilincinde...

(*) http://ilerihaber.org/yazar/jackie-insanlar-masallara-inanmayi-sever-66715.html