Sosyalist İktidar Partisi, 2001 yılında, “Halk Muhtıra Veriyor” başlıklı bir siyasi kampanya başlatmıştı. Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik çöküntüye önlem alınıyor diye, ücretlerin düşürülmesine, halkın vergilerinin banka kurtarma operasyonlarına yatırılmasına, Dünya Bankası’ndan paraşütle Ankara’ya indirilerek bakan yapılan, bütün ekonomik kurumların denetimine verildiği Derviş politikalarına ve asıl önemlisi ABD’nin yaklaşmakta olan Irak savaşına karşı açıklama ve seçenekler içeren bir muhtırayı imzaya açmıştık. Türkiye’nin birçok şehrinde, meydanlarda masalar kurmuş, gelen geçenden imza istiyorduk.
Partili yazarlar, genellikle Taksim meydanındaki masada buluşuyor, elimizdeki formlarla biz de gelen geçenden imza almaya çalışıyorduk. Bugüne kadar egemen sınıfın silahlı kuvvetlerinin muhtıra vermesine alışmış halk, içeriği az ve öz iyi doldurulmuş bir muhtırayı kendinin vermesine çok ilgi gösteriyordu. Okuma yazması olmayanlar bile imza atmak için yarışıyordu. Telefonunu, adresini verenler, partinin çalışmalarında görev almak isteyenler çıkıyordu.
“Halk düşmanlığı” tescillenen yazar
Taksim meydanına yolu düşen ünlüler de boş geçmiyorlardı. Sosyalist gençlerin örgütlü çalışmasından heyecan duyan üniversite hocaları, imza atmakla yetinmiyor, ayaküstü uzun uzun sohbet ediyorlardı. O gün, tıp profesörü Dr. Coşkun Özdemir, imzasını vermiş, çalışmalara yönelik takdir ve dayanışma duygularını paylaşıyordu. Emin Karaca, Şişli yönünü işaret ederek yaklaşmakta olan birini gösterdi: “Sadık, bak kim geliyor! Hadi, ondan da bir imza al da göreyim…” Yanında bir arkadaşıyla konuşarak bize yaklaşan Orhan Pamuk’a doğru yürüdüm. Anlamış olmalıydı ki, yolunu bizden uzaklaşacak biçimde değiştirdi. Yan çiziyordu. Hızlanarak yetiştim ve imza istedim. Korkusu yüzünden okunuyordu. Hayır, demeye bile gerek görmeden, kaçıp kurtulmaya çalışıyordu. Tam o sırada yanan kırmızı ışık imdadına yetişti ve hızla caddenin karşısına geçerek yürüyüp gitti.
Ben eliboş dönerken Emin Karaca lafı yapıştırmıştı:
“Halk düşmanı olduğunu tescilledi.”
Halk muhtıra veriyor, kampanyasına imza vermeyen ünlü yazar, “halk düşmanı” olduğunu tescilledi mi, bunun ipucunu mu verdi, emin değilim ama onun daha sonra ne türden çağrılara imza attığını çok iyi biliyoruz. Bugün her sokakta karşımıza çıkan Suriyeli çocukları, ülkelerini terk ederek, dilenmek zorunda bırakan emperyalist savaş politikalarını savunmak için “Esad’a istifa” mektubundaki imzası bunların en utanç vericisidir. Bunu halk düşmanlığının tescillenmesi olarak almakta sakınca yok.
Türkçe yazamayan Nobelli
Emin Karaca, “halk düşmanı” teşhisini koyduğunda henüz Nobel ödülünü almamıştı ve alabilmek için kışkırtıcı açıklamalar yaptı. Kendini mahkemelere düşürmeyi bile başardı ve “düşünce özgürlüğü” konulu basın toplantılarına ve imza kampanyalarına konu oldu. Kendinden başka hiçbir siyasi kavgası ve davası olmayan biriydi. Daha doğrusu, Esad’a mektubunda olduğu gibi, iktidarın politikası neyse onu bir biçimde desteklemeyi çok iyi beceriyordu. Eleştirir görünürken bile savunmanın bir yolunu buluyordu. Türkçe yazmayı beceremiyordu, yılların edebiyat profesörü Tahsin Yücel, bu özelliğini bilimsel ölçütlerle ortaya koymuştu; ama Türkçeye Nobel’i kazandıran yazar olarak anılıyordu. Türkçe okurun sevmemesi, kitaplarını okuyamaması karşısında, en eleştirel bakanlar söze, “beğenelim, beğenmeyelim Nobel’i Türkçeye kazandırmış bir yazar, diye başlıyorlardı…” Ödüllerin sağladığı bir dokunulmazlık zırhına sarılmıştı.Bu nedenle de ödüllere muhtaçtı;toplumsal ve insani içeriği iktidara göre düzenlenmiş bozuk romanlarını pazarlamak içinkısa aralıklarla sürekli yeni ödüller veriliyordu.Oligarklar, yakında yalnızca ona ödül vermek için bir kerelik ödüller koyarlarsa şaşmayalım.
Üniversitelerde, Prof. Dr.’lerin tablet taşıyıcısıAr. Gör.’ler onun bozuk anlatımlı, yaşamdan kopuk pstmodern kitaplarını savunmak için, “Orhan Pamuk okumak için bilgi birikimi olması gerekir. Felsefi düzeyi Politzer’de kalan solcular onun tadına varamaz…” diye makaleler yazıyorlardı.Üniversiteler fahri doktora veriyor, kitapları onlarca dile çevriliyor, dünyanın her yerinde insanlar bu Nobel ödüllü yazarın kitaplarını okuyorlardı. Nobel ödüllü yazar, bu ününü daha da pekiştirmek ve sonuçlarından yararlanmak için romanından yola çıkarak “Masumiyet Müzesi” kurmuştu. Bu müzeyi gerekçe gösterip Kültür Bakanlığı’ndan aldığı paralar birkaç yıl önce basına yansıdıysa da, hemen üstü kapatıldı. Yaşamı ve onu çevreleyen nesneleri romanlarında doğru dürüst canlandıramayan yazar, onları bir müzede toplayarak, eserinin eksiğini kapatmaya çalışıyordu. Üstelik kârlı bir işti. Müze hem ziyaretçi çekiyor, hem de “şebeke”nin çeşitli kolları sinema yapmak için yarışıyorlardı. Birkaç yıl önce bir TRT programcısı belgeselini yapmış ve TGC’nin gazetecilik ödülünü almıştı. Şimdi de yabancı bir yönetmenin yaptığı film, Venedik Film Festivali’nde yazarın da katılımıyla gösterilmişti. Birkaç gün sonra da Pera Palas otelinde Erdal Öz ödül töreni vardı. Bunlar gazetelerde uzun uzun söyleşiler ve televizyonlarda haber olmak için fırsattı.
Müzeden sonra bir de dizi
Orhan Pamuk bu fırsatı iyi değerlendirdi. Kendisiyle konuşan gazeteciye, “Masumiyet Müzesi’nin bir dizisi de yapılabilir, popüler bir aşk melodramı olarak” diyerek dizicilere bir haber gönderdi. Herhalde, bu “popüler bir aşk melodramı”nda, içinde bizim Yelda Eroğlu’nun da olduğu, en yetenekli senaryo ekibi bile doğru dürüst bir senaryoya çevirecek malzeme bulamayacağı için, bugüne kadar bu işe el atmamış olmalılar. Diziciler, hâlâ yağmalamak ve dizi yapmak için edebiyatımızın gerçekçi klasiklerini ele alıyorlar.
Filmle ilgili görüşlerini soran gazeteciye Orhan Pamuk şunu söylüyor: “Türkiye’deki okurların bakış açısından söyleyeyim, entelektüel bir film, yer yer zorlukları var. ‘Ben Masumiyet Müzesi’ni okumadım, şunu bir dizi gibi seyredeyim’ diyenler için bir film değil. Bunu özellikle Türk seyircisine söylemek istiyorum. Romanı görmedim, filmini izliyorum, bu okuyamadığınız romanın filmi de değil.” (Orhan Pamuk, Hürriyet, 11 Eylül 2015, internet) Orhan Pamuk Masumiyet Müzesi’ni okumadan filmin anlaşılmayacağını üstüne basa basa tekrarlıyor. Fırsat bu fırsattır; “okuyunuz”, diyor.
Bu Nobelli yazarın tam Tahsin Yücel’lik diyebileceğim şu cümlesini de aktarmadan geçemeyeceğim: “Genel olarak çok kişiliği ve üslubu olan bir İngiliz edebi, entelektüel yönetmenin, benim dünyamdan ve İstanbul’dan yola çıkarak ve İstanbul’un bugününe, değişimine eski kimyasından yola çıkarak ve Masumiyet Müzesi önde olmak üzere benim bütün eserlerimden yola çıkarak yaptığı bir film.” Çok kişiliği olan İngiliz edebi, entelektüel yönetmen, İstanbul’un kimyasından hangi kişiliğiyle nereye gitti acaba? Şunları da ekliyor: “Bu Masumiyet Müzesi adlı romanımın resmedilmiş, diziye çekilmiş, filme çekilmiş, Yeşilçam filmi haline gelmiş değil.” Nobel Türkçesiyle konuşan Pamuk, “Diziye çekilmiş” roman kavramıyla ufkumuzu açıyor.
Bir politik kekemenin derin eleştirisi
Doğrusu, bu söyleşiyi okurken, Orhan Pamuk’un yalnızca yazarken değil, konuşurken de Türkçe konuşamadığını görmek insanı hüzünlendiriyor. Yazılanı bir ölçüde editör, redaktör düzeltebilir, yapıyorlar da ama konuşulanı, fikirlerin taşıyıcısı düzgün cümlelere çevirecek bir aracı bulmak mümkün olmuyor. Bu söyleşide bir kekeme konuşuyor sanki, bu başka türlü bir kekeme, sözcükleri doğru söyleyebiliyor ama onları cümleye dönüştürürken bir araya getiremiyor. İstanbul’un değişimini şöyle anlatıyor: “Yüksek apartmanlar, yeşile saygısızlık, eski kültürün ve mahalle kültürünün yok edilişi, eski binaların yok edilişi, biliyoruz işte bütün bunların bir kısmını da, Taksim Gezi Parkı’nı da, göstere göstere bir parkın yok edilişi… Daha sonra başka sonuçlara varan bir politik sosyal olaya dönüştü. İstanbul deyince benim haklı olarak ve herkesin konuştuğu, konuşmak istediği konular bunlar.” Filmde Gezi ile ilgili yorumlar da bulunduğunu öğreniyoruz. Ama Orhan Pamuk buradaki yorumların filmin yönetmeni Grant Gee’nin olduğunu özellikle vurguluyor. Demek ki burada eleştirel bir tavır var. Orhan Pamuk, Türkiye tarihinin dönüm noktası diyebileceğimiz Gezi Ayaklanması konusunda yorum yaparken çok tedirgin. Gee’nin filmi için şu parantezi açıyor: “O Gezi’den bahsediyor, ama aklı sosyal-politik eleştiride değil.”
Sizin aklınız sosyal ve politik eleştiride olsa ne olur?
Söyleşinin sonunda Orhan Pamuk bu sorunun yanıtını bulmamızı sağlıyor. “Bakın belki siyasi olarak çok net bir şey söyleyeyim: İstanbul’da boğaz gemilerini ve şehir hatlarını değiştirdiler. Bunu ilk yaparken halka sordular bundan 8 yıl evvel. Şimdi yeni bir şeyler çıktı ortaya, halka sormadılar. Bana kalırsa AKP hakkında söyleyeceğim en derin eleştiri budur.” İşte, “siyasi olarak çok net” ve “en derin eleştiri budur.” Suruç’tan ve Cizre’den sonra, Nobelli yazar, gemilerin şekillerini halka sormadan değiştirmesini AKP’ye “derin” eleştiri diye sunmaktadır. Ama bu eleştiri biraz fazla derin kaçmış olmalı ki, biraz övgüyle dengelemeyi de ihmal etmiyor: “8 yıl evvel kültürel seçimleri yaşadığımızda hayatın nitelikleri konusunda gemilerin şeklini değiştirirken soruyorlardı ve o zaman bence daha saygın bir yerdeydiler. Halka sorarak gemilerin şeklini değiştirdiler.”
Yalnızca dilde değil, politikada da bir kekeme var karşımızda. Aklı kekeme ve binlerce okurunu da kekemenin bilinciyle dünyaya bakması için konuşamadığı bir dille koca romanlar yazıyor.
Aziz Nesin ve Politzer yayınlamak
Aziz Nesin, 1950 yılında “Başdan” dergisini çıkarmıştı. İşe baştan, felsefeden başlamak istiyordu. Georges Politzer’in “Felsefe Dersleri”ni bir arkadaşına çevirterek dergisinde tefrika etti. Çok geçmeden mahkemeye düştü. Aziz Nesin’i Georges Politzer’i çevirmekle suçluyorlardı. Fransızca bilmemesi bu suçtan hapse girmesini önlemeye yetmedi. Aziz Nesin, birçok şeyin yanı sıra, Politzer çevirmenliğinden de hapis yattı. Demek ki, tablet taşıyıcısı Ar. Gör.’lerin savını cidddiye alacak olursak, Orhan Pamuk’u anlayamıyor oluşumuzun kaynakları arasında Aziz Nesin de vardı. Ta, 1950’lerde Georges Politzer’i yayınlayarak, bu burjuva yazıcıları ile aramızdaki antagonist çelişkileri görmemizi sağlamıştı.
Aziz Nesin bir yazardı. İktidara derin eleştiri yapmadı, doğrudan eleştiri yaptı. Yazdıkları ve düşündükleri için zaman zaman hapis yattı, sürgüne gönderildi, hiç bilmediği şehirlerde tanımadığı insanların arısında, işsiz parasız ayakta kalmayı başardı. Türkiye’nin en çok okunan ve en sevilen yazarı oldu. Diktatör Kenan Evren’e yazar arkadaşlarıyla birlikte hazırladığı “Aydınlar Dilekçesi”ni verdi. Bunun için de yargılandı.
İleri yaşında, 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta, AKP’ni fragmanı demek olan bir katliamda, yangından bir başka yazar arkadaşı Lütfi Kaleli’nin yardımlarıyla güçbela kurtulabildi. Ölmeden önce Türkiye’yi kuşatmasına alan dinci köktencilik üstüne uluslararası bir toplantının hazırlıklarını yürütüyordu. Son nefesine kadar bu ülke insanları, halkı için mücadele etmişti.
Aziz Nesin yazardı ama aynı zamanda aydın olan bir yazardı. O zamanlar yazar demek aydın demekti. Şimdi ise yazar olarak Orhan Pamuk ve benzerleri sahnede.
İktidarın işbirlikçisi. En derin eleştirileri saygın kılmak için uydurulmuş bir kılıf. Onlar aydın değiller. İktidardan pay alıyorlar. Onun halk düşmanlığından da…
Yeniden, yazar olmanın aydın olmakla eşanlamlı olduğu bir Türkiye yaratmak zorundayız.