Net olmalıyız!

“Net olmalıyız” 

HAZİRAN Hareketi ve ÖDP militanı Sait Hoca’nın 

son nefesini verdiği meclis toplantısında kürsüden söylediği son cümlesiydi. 

Bu vesileyle inançları ve kavgaları doğrultusunda net bir tutum alırken,

Suruç’ta alçakça bir saldırıda yaşamlarını yitiren kardeşlerimizi de saygıyla anıyorum. 

Bugün onlar için, onlara dair yazmak gerekiyordu ancak bu gücü kendimde bulamadım. 

Tek bir şeyin bilinmesini isterim; acımız büyük, öfkemiz çok daha büyük...

Türkiye’ye dışarıdan bakan ve ülkemizi bize göre daha az tanıyan birisi, bu kadar keskin mücadelelerin olduğu bir ülkede sosyalist hareketin etkisinin neden sınırlı kaldığını merak edecektir. 

Bunun başlıca nedeni, Türkiye’deki iktidarın sağlam bir anti-komünist temele sahip olmasıdır. Çok uzun yıllardır sermaye iktidarı, devrimci bir sol hareketin, adlı adınca komünist hareketin etkili siyaset yapmasının önünü kesmek için her yolu denedi, denemeye de devam ediyor.

Dolayısıyla solun sürekli olarak kendisini dövmesine, özeleştirel yaklaşımlar geliştirmesine dönük davetleri abartmaya gerek yok. Sonuçta bir kavganın içindeyiz ve rakip uzun yılların tecrübesi, deneyimi ve büyük olanakları ile saldırıyor. Her türlü alçaklığı yapabilen, aşağılık bir sınıf düşmanımız var. Bunu akıldan çıkarmadan düşünmek ve tartışmak önemli.

Buna rağmen, Türkiye, Büyük Haziran Direnişi’ni yaşamış bir ülkeyse ve bizim hala sosyalist devrim iddiamız varsa, kendi eksiklerimizi, hatalarımızı ortaya koymaktan ve aşmak için emek harcamaktan kaçamayız. 

Sonuçta sözünü ettiğimiz şey, tarihin en kanlı savaşlarından birisi olan sınıf savaşımı ve düşman sınıf işini yapacak. Düşmanın işini iyi yapmasından şikayet etmenin anlamı yok. Bu nedenle, savaş koşullarında olduğumuzu unutmadan kendimize de bakmalı, eksiklerimizi, hatalarımızı bir daha tekrar etmemek için açıkça ortaya koymalıyız. Başkaları bir yana, eğer ortak referansımız Marx ve Lenin ise, en önemli özellikleri arasında hatalarını düşmandan önce görmek olduğunu unutmayalım. 

Özetle söylersek, kendimizi dövmeden, eksiklerimizi de halı altına süpürmeden mücadele etmeliyiz. 

“Hep haklı çıktık”

Ara başlık olarak kullandığım cümle çocukluğumdan hatırladığım Ecevit fotoğraflı bir DSP afişinde yer alıyordu. Bizim sosyalist sol ne zaman “haklı çıktık” dese aklıma hep o afiş ve oradaki yaşlı-yorgun Ecevit fotoğrafı geliyor.

Türkiye’nin son 30-35 yılına baktığımızda solun gerçek bir siyasal aktör olamadığını tespit ederek başlamalıyız. Meselelere daha ziyade dışarıdan baktığımız için, olanı- olacakları iyi görüyor ve bununla övünüp duruyoruz!

Daha önemlisi, bugün, solun “haklı çıktık” diye sözünü ettiği başlıkların çoğu, aslında ülke çapında süren sınıf kavgasından ziyade sol içi tartışmalarda alınan pozisyonlarla ilgili. 

“Kazanım” veya “başarı” olarak adlandırılan şeyler sol içi tartışmalardaki doğru duruşumuzla, yani “doğruda durmak”la sınırlıdır.

Örneğin, sıkça ve haklı olarak övündüğümüz özelleştirme başlığını ele alalım.

Özelleştirmeler söz konusu olduğunda, şu fabrikada ya da şu sektörde özelleştirmeyi engellemiş olmamızla değil de solun bir bölümü özelleştirme denilen zokayı yutmuşken, buna karşı sağlam bir ideolojik duruş sergilemiş olmakla övündüğümüzün farkında bile değiliz.

Şimdi hiç kimse çıkıp “özelleştirme karşıtı duruş”u önemsiz gördüğümüzü filan söylemesin. Elbette önemlidir, hem de yaşamsal derecede önemlidir. Bu konuda ikircikli davrananlar siyaseten ölmüştür. 

Ancak özelleştirmenin kendisini değil de sadece fikrinin yayılmasını kısmen engelleyebilmiş olmak; ülkedeki özelleştirme saldırısına set çekmek değil de sol içindeki ideolojik yarışı kazanmış olmak, bir yerden sonra çok da övünülecek, yetinilecek bir şey değildir.

Geçmişe baktığımızda bu durumun haklı gerekçeleri olabilir elbette. Derdimiz de geçmişi yargılamak değil zaten. Sorun, bugün, geldiğimiz aşamada, solun özelleştirme fikrine karşı doğruda durmaktan daha fazlasını yapabilmesinin, örneğin özelleştirilmiş kimi yerlerin geri alınmasının olanakları vardır.

Haziran sonrası Türkiye’de bizim aradığımız budur. 

“Henüz gücümüz yok”

Siyaset dışı kalmanın çeşitli gerekçeleri her zaman bulunur. Mesela “henüz gücümüz yok” sözü her zaman arkasına sığınılacak güvenli bir limandır. 

Siyasette etkili bir kutup olamadan, ülke gündemine taraflaştırıcı müdahaleler yapamadan, ses getirecek siyasal çıkışlar yaratmadan nasıl güç olunacağı veya güç kazanılacağı bir türlü yanıtlan(a)maz, ama ülke ve dünyadaki gelişmeler karşısında güçsüzlüğe sığınmak “gerçekçi” bir mazeret olarak tepe tepe kullanılır. 

Solun başka bölmelerini bilemem, ancak söz konusu olan Leninistler ise yapılması gereken, bulunduğumuz her anda ve her alanda etkili siyasal çıkışlar ve seçenekler yaratmak, işçi sınıfını siyasetin öznesi kılacak örgütlü gücü oluşturmak, anlık gücümüz neyse onu merkezileştirmek ve düzen cephesindeki en zayıf yeri tespit edip oraya en güçlü biçimde vurmaktır. Zaten aradığımız şey güç kazanmaksa, sadece vuracağı yeri doğru tespit edip gecikmeden vuranlar güçlenir

İşçi sınıfının midesine odaklanan yaklaşımlarla, Lenin’in siyaset ve örgüt pratiği arasındaki kesin fark budur. İşçi sınıfını iktidar için örgütlemek, sınıfın toplumsal formasyonun tümüne dönük net tutumuyla mümkündür. Bu netliğin yaratılması ise öncülüğün temel görevidir. Siyasette, siyasal gündemlerde somut ve net tutumlar geliştiremeyen bir öznenin sınıfı devrime taşıması ise hayaldir.

Kendi tarihimizden örnekleyelim; Mustafa Suphi ve yoldaşları 10 Eylül 1920 günü TKP’nin kuruluşunu ilan etmişler ve hemen ardından Anadolu’da süren kurtuluş kavgasına katılmak için yola çıkmışlardır. Oysa “henüz yeni bir partiyiz, daha gücümüz yok, hele bir örgütün kuruluşunu tamamlayalım” diyerek kenarda beklemek de pekala bir seçenek olarak görülebilirdi. Suphi ve yoldaşları, komünist mücadeleyi böyle kavramadıkları için Anadolu’ya geçmekte tereddüt etmediler. 

Bugün 1920’den bu yana süren bir gelenekten söz ediyorsak bunu, tam zamanında “ileri” diyen bir iradenin ortaya çıkmasına, gereken cürretin, cesaretin gösterilip Anadolu’ya geçilmiş olmasına borçluyuz.

Eğer bugün 95 yıl sonra bu ülkede sosyalizm mücadelesi kesintisiz biçimde sürüyorsa, bu “sayımızın azlığına düşmanın çokluğuna bakmadan” yangın yerine dönmüş ülkenin tam ortasına hareket etmeyi tercih eden yoldaşlarımız sayesinde olmuştur.

Yeri gelmişken söylemeden geçmeyeyim, TKP, tam da mücadelenin, siyasetin merkezinde kurulmuştur ve kimsenin kuşkusu olmasın yine ve “yeniden” aynı şekilde kurulmaktadır, kurulacaktır. 

Ne o ne bu, hem öteki hem beriki...

Türkiye solunda siyasal başlıklar tartışılırken çok alışık olduğumuz bir tarz hemen kendisini gösterir. 

“X diyorum ama elbette Y demiyorum”, “A diyoruz ammaaa tabii ki B boyutunu bir an olsun unutmuyoruz”, “evet de demiyorum hayır da demiyorum”, “hem evet diyorum hem hayır diyorum”.

Daha fazla uzatmayayım, hepimiz bu tarzı yakından tanıyoruz.

Bu ve benzeri tavırlar alınmak zorunda olunan dönemler olabilir. Ancak bunun bir zorunluluk olduğunu ve devrimci öznenin başka bir şey diyemediği için böyle bir tavır alması gerektiğini kabul etmek koşuluyla... 

Bunu kalıcılaştırıp bir siyaset tarzı haline getirirseniz, siyasetinizin temelini oluşturan işçi sınıfını örgütlemek iddiasında bir adım bile yol alamazsınız. Zira şimdiye kadar sayısız örnekte gördüğümüz üzere emekçi halkımızın buna verdiği/vereceği cevap çok nettir. Önce “çok iyi söylemişsiniz, çok doğru söylemişsiniz” derler, sonra kendi ama’sını eklerler: “... ama ne dediğinizi tam anlamadım!”

Anlamayacaktır, çünkü solun bu tarzında ortaya konan alternatifinin, çoğu zaman o an için gerçek ve somut bir karşılığı yoktur. 

Marx’ın dediği gibi, “yadsıma, ortaya bir gelişme çıkaran harekettir”. Yani, eğer sizin “o da değil, bu da değil” tutumunuz, geniş kitleleri bir başka seçeneğe yönlendirebiliyorsa, ortaya bir gelişme çıkarabiliyorsa anlamlıdır. Bu olmuyorsa “oynamayacağım, oynamayacağım” diyen mızıkçı çocuklar kadar ilgi görürsünüz.

Bu ve benzeri tartışmalar hep aklıma yıllar önce okuduğum bir yazıyı getiriyor.

“Mutabakat, ortalama bulma vb. gibi medeni ilişkilerde solu geriletici bir yan da var mı?

Kuşkusuz var. Ama, daha önce bu konunun üzerinde başka yerlerde ve başka vesilelerle durduğum için burada ayrıntıya girmeyeceğim. Yalnızca, kanımca yerine tam oturan bir değiniyle yetineceğim. 

Rus edebiyatının klasik yapıtlarından birinde insanların fizikleri, “ne çok şişman ne de çok zayıf” diye anlatılır. Kahramanların saçları “ne fırça gibi dimdik, ne kıvırcık, ne de karışıktır”. Konuşmalar ise “ne bağırarak ne de alçak sesle” yapılır.

Bu yapıtın adı, Ölü Canlar’dır!

İşte gerçek hayatta, hele siyasette buna yer yoktur.

Sonuç olarak siyaset, her an ve her koşulda siyah ve beyaz keskinliğinde olmayabilir, Dünyayı Sarsan On Gün romanına yansıyan işçinin netliği her güncel tartışmaya yansımayabilir veya o muhteşem “Ya Sosyalizm Ya Barbarlık!” özeti her an somutlanamayabilir. 

Hayat ve siyaset, bazen parolalara sığmayacak denli karmaşık olabilir.

İşte böylesi dönemlerde devrimci öznenin görevi, bu karmaşıklığı işçi sınıfının üzerine yıkmak, emekçi halka yansıtmak değil sadeliği aramak, tabloyu yalın ve anlaşılır hale getirmektir. 

“Ne o ne bu, şu belki, ama esas bu” gibi bilmece mi tekerleme mi olduğu belli olmayan çağrıların, kendi kafa karışıklığını halka da yaymak dışında bir anlamı yoktur.

Yapılması gereken netleşmektir, sadeleştirmektir. 

Çünkü hem sosyalizme giden yolu açan, hem de sosyalizme gidişi imkansızlaştıran bir siyasal hat olmaz! 

Niyetiniz ne olursa olsun, sonuçta ya birini seçersiniz ya diğerini...

Öyleyse ne yapalım edelim, mutlaka net olalım.

Bitirirken son bir ek... 

Net olmak için çaba harcarken hata yapmak da elbette bir olasılıktır. 

Bize göre “ya hata yaparsam” korkusuyla yerinde saymak ve paslanmak çok daha büyük bir tehlikedir.