Neredeyiz, nereye gidiyoruz?

ÇERÇEVE

Engels’in materyalist tarih anlayışını özetleyen çok bilinen yorumu özetle şöyledir: “Tarihteki belirleyici unsur son tahlilde gerçek hayattaki üretim ve yeniden üretimdir. Bundan daha fazlasını ne Marx ileri sürdü ne de ben. Dolayısıyla birileri çıkıp bu iddiayı saptırır, ekonomik unsurun yegane belirleyici unsur olduğunu iddia ederse onu anlamsız, soyut ve abes bir ifadeye dönüştürmüş olur.” Engels daha sonra ekonomik durumun temel olmakla birlikte üst yapının çeşitli unsurlarının tarihsel mücadelenin seyri üzerinde etkide bulunduğunu söyler. Unsurları sayarken de sınıf mücadelesinin siyasal formlarını ve sonuçlarını öne alır. Sonuçta unsurlar arasındaki ilişkiye, etkileşime de dikkat çeker ve “sonsuz tesadüfler yığını (...) ortasında ekonomik unsur kendini zorunlu olarak ortaya koyar.” diye tamamlar. Öyleyse herhangi bir ülkede ekonomik durumun politika üzerindeki etkisini anlamaya, kavramaya çalışırken, bu teorik çerçeveyi göz önünde tutmak yerinde olacaktır. Demek ki krizler otomatik olarak belli sonuçları doğurmazlar. Pek çok unsurun ilişkisi ve etkileşimi çok sayıda belirsiz olayın, olgunun tesadüfler zinciri içinde kendini göstermesi, sonuçta ekonominin belirleyiciliğini kanıtlayabilecektir. Bu durum, yalnızca ekonominin siyaset üzerindeki nihai belirleyiciliğini değil, asıl olarak siyasetin işleyiş biçimini, nasıl gelişeceğini, yönünü, ortaya çıkan sonuçlarda “tesadüflerin” yani “aralarındaki bağlantılar ya çok uzak ya da kanıtlanması imkansız olduğu için yok saydığımız ve görmezden geldiğimiz şeyler ve olayların” önemini, siyasi aktörlerin strateji ve taktiklerinin bu koşullar içindeki ve ona bağlı hareketini, eylemini anlatır.

SİYASET

Türkiye ekonomik bunalıma eklenen ve onu ağırlaştıran Covid-19 salgını ile boğuşuyor. Halk çaresiz, iktidar bilinen nedenlerden başarısız. İktidarın eleştiriler karşısında bocaladığı, sarsıldığı, oy yitirdiği, durumu düzeltme, konumunu koruma ihtimalinin giderek azaldığı görülüyor. Aslında sahnede yer alan tüm politik aktörler kendilerini gözden geçirme gereği duyuyorlar. İktidar cephesine biraz daha ayrıntılı bakalım. Partilerden “büyük” olanı liderin gölgesi altında adeta ortadan silinmiş gibi. Küçük olan ise yakın zamanda gerçekleşme ihtimali olan daha önce acı bir şekilde bir kaç kere yaşanmış devre dışı kalma ihtimaline, tehlikesine karşı tüm gücüyle iktidara yapışma, olabildiğince “bensiz yapamazsın, benimle olmanın da koşulları var” politikası izliyor. Bu politika Kürt ve en geniş anlamıyla sol düşmanlığı ile içini doldurduğu Türk-İslam sentezci milliyetçiliği tırmandırmak, liderliği bu yolun tek çıkış yolu olduğuna, geri adım atmamak gerektiğine inandırmaktan ibarettir.

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı verilen, yapısı gereği paylaşılması mümkün olmayan sistem ise doğal olarak kısa zamana sığdırılmış tasfiyelerle partiyi hareketsizleştirmiş; tasfiye, yeniden seçilememe korkusuyla parlamentodaki grubu da tartışılmaz otoritenin elemanlarına dönüşmüştür. Kuşkusuz lider hiç bir zaman tek başına hükmetmez; bu yeni sistemde atanmışlardan oluşan kabinesiyle, bürokrasiyi ve yasamayı yönlendiren danışmanlar örgütü ile ve şimdi yalnızca parlamento ile lider arasındaki ilişkiyi düzenleyen partisi ile iktidarı oluşturuyor. Sistem hızlı tasfiye ve yedekli çalışma kuralına göre yönetiyor. Sisteme yöneltilen eleştiri de bu nedenle tek kişiyi hedeflemiyor, sistemi ve yapıyı hedefliyor. Fakat otoriteyi güçlendirir gibi görünen bu politika, iç çatışmalara alan açıyor; aynı zamanda yalnızlaşmayla, politikada manevra yeteceğinin sınırlanmasıyla doğal olarak küçük ortağın diktelerine ve söylemine boyun eğme ile yaralıdır. Tek lider olmanın sağlayacağı gücün pragmatik politika yapmanın önündeki engelleri tümüyle kaldıracağını düşünen sistem pratikte tökezledi, tersi ile karşılaştı. Lidere atfedilen “pragmatizmin” derin bir yara aldığı görülüyor. Manevra yeteceğini sınırlandıran diğer önemli öge “davanın” ya da “hareketin” içinden çıkmış muhalefet cephesine eklenmiş yeni partilerin varlığıdır. Bu partiler yalnızca seçmen tabanını bölme, sarsma tehlikesi bir yana geçmişin muhasebesiyle lideri çaresizleştirmekte ve ideolojisini dilediği gibi şekillendirme olanağını da elinden almaktadırlar. Bu çıkmaz sokaktan kurtulabilmek için başlatılan reform atağının amacı bu gidişi durdurmak, partiyi yeniden yapılandırmak, muhtemel açıkları kapatmak ve küçük ortağın dayatmalarını karşılamak, farklı politikalara uyum göstermesini sağlamaktır.

'REFORM'

Başlatılan “reform atağı”nın nedeni kuşkusuz yalnızca bu tablo değildir. Başka açmazlar da var. Önem sırası güncel gelişmelere göre değişebilen bu açmazlar; sermaye sınıfı ile iliskiler, Batı ile inişli çıkışlı gerginliklerdir. Reformların ikna etmesi beklenen dışarısı da içerisi de kolay görünmüyor. İçerisi, 12 Eylül’le birlikte kazanılmış “hakkın”, yani grevsiz, sömürü kapılarını sonuna kadar açık olduğunu memnuniyetle gördüğü politikanın devamını, demokrasi taleplerini ciddiye almayın, ekonomik bunalımla serüvenci bir tutumla değil, klasik, batı ile kavgasız, AB ve ABD çıpalarına bağlı, yani bağımlı, sermayeyi tedirgin etmeyen yöntemlerle mücadele edilmesini istiyor. Dışarısı ise küresel sermayenin isteklerine ve küresel siyasetin kurallarına uyulmasını bekliyor. Bunun için “yaptırım yani zor” yollarını kullanabileceğini sık sık hatırlatıyor, ihtiyatlı bir şekilde de kullanıyor. Küresel sermayenin ve siyasetin temel talebi, kabul edilmiş aktörlerin isteklerinin ve onaylanmış Akdeniz ve Kıbrıs gibi politikaların dikkate alınması, S-400 gibi gövde gösterilerinden, “Suriyeli mültecileri sınıra yığarım” gibi tehditlerden kaçınılması, uygun görülen yerlerde, uygun görülen biçimlerde, “kim çağırdı Libya’ya seni?” göreve hazır olmanın kabul edilmesidir. Türkiye’de sistem Batıya, bağımlılık konusunda herhangi bir itirazı olmamakla birlikte seçmen kitlesindeki hızlı erime, küçük ortağın talepleri, politikanın pratiğe geçirilmesinde zorluklar yaratıyor. Batıya kafa tutar görünmenin seçmen kitlesindeki erimeyi durduracağı inancı ya da yanılgısı şimdilik git gelli bir politikaya ancak bu kadar izin veriyor.

OLASILIKLAR

Kabaca anlatmak şimdilik yeterli olsun; iktidarı tam olarak güçten düşmüş saymak büyük bir yanlış olur. Bu hem oy yitirmenin iktidar için tümüyle değilse bile anlamını yitirmekte oluşu, hem de devlet içindeki konumunu sağlamlaştırmaya olan güveni nedeniyle böyledir. Buna muhalefet partilerinin ya da cephesinin bir karşı politika oluşturamamış olması, iktidarın artık pek ciddiye almadığı meşruiyet meselesine fazla takılması ve yine iktidarın artık fazla ciddiye almadığı seçimlere fazla güvenmesidir. İktidar ise önüne koyduğu hedefe kilitlenmiş durumdadır; bu hedef rejimin inşasını tamamlamaktır. Bunun için de hedefi, devletin yeni biçimi haline getirmek, devleti ve düzeni oluşturan aktörlerle uzlaşmak, gerektiğinde onları zorlamak, epeyce mesafe kat etmiş olan rejimin belirleyicisi olmak istemektedir. Başka çaresi de yoktur. Çünkü bu hedefe ulaşamazsa durur ya da durdurulursa düşecektir.

Bu nedenle de muhalefetin henüz kavrayamadığı, ağız dalaşı sandığı politikasını ısrarlı ve kararlı bir şekilde uygulamayı sürdürüyor. Bu politika giderek nitelik olarak değişime uğruyor “sertlik” sıradan baskı olmaktan çıkıyor, ideolojik bir form ve içerik kazanarak gelişiyor, genişliyor.

KARŞISI

Karşıda kim var? Ana muhalefet ve yandaşları, yani “Millet Cephesi” yoğun bir muhalefet hareketi yaratsa da, ki çabaladıkları görülüyor, meşruiyet çemberinin dışına çıkamıyor; çıkmayı da düşünemiyor. Kürt siyasi haraketi ile işbirliğini, yalnızca seçim hesapları açısından bakarak zorunlu görse de bu tür bir işbirliğinin, olası olumlu siyasi sonuçlarını göremiyor; yine iktidar ve yasalarda olmayan meşru olmayan sınırları aşma cesareti gösteremediği için gerçekleştiremiyor.

Benzer bir sınırı uzun uzun anlatmaya gerek yok, dış politikada da aşamıyor. Bu açıdan durum umutsuz görünüyor. Muhalefet bir günde ayaklarının altından meşrûiyet halısının çekilebileceğini hesaplayamıyor, bunca belirtiye rağmen, hala devletin direndiğinin işareti olarak gördüğü yüksek mahkeme kararlarının dinlenmemesine, yargıya talimat vermenin doğallaştığının fiilen ilan edilmesine, parlamentoda şeriat açıklamalarına, dokunulmazlık dosyalarına, örneğin ana muhalefet liderinin dokunulmazlığının tartışma konusu yapılmasına rağmen anlayamıyor. Tek umut ana muhalefetin tabanı ile politika anlayışı konusunda giderek açılan makastır. Bu gelecekte bilinmeyenler arasında sayılabilecek “tesadüfler” için bir işaret olabilir. Sosyal demokrasi hızla merkeze kayarken, merkezde olma iddiasıyla ortaya çıkan ve politikanın labirentinde her an başka bir tutum alabilecek yeni partileri yanında tutmayı önemsiyor ama söylemde de olsa “halkçı” tutumları savunuyor olmaları, ekonomik bunalımın yükünü çeken kesimlerin diliyle konuşma gereksinimi duymalarının nedenini araştırmayı bile düşünmüyor.

SOL

Solda ne var? Önce görülmesi gereken dağınıklıktır. analizlerde farklılık yoktur ama çözüm yollarını tartışmaya yanaşan da yoktur. Demek ki durumun çaresi hem var hem yoktur. Çaresi vardır, çünkü sol örgüt ve partilerin kitle örgütlerinin liderleri durumu ve çözüm yollarını bilmekte ama esrarengiz, başka bir sözcük bulmadım, nedenlerle gereğini yerine getirmek için harekete geçememektedirler. Küçük bir ihtimal, söylemlere yansımasa da, “bizim bu dönemde bir şey yapmamız mümkün değil, geleceğe hazırlanalım” “öngörüsü” olabilir. Geleceğe hazırlanmanın tek yolunun siyasetin içinde ve aktif olmakla mümkün olduğuna inandığım için doğrusu fazla inandırıcı gelmiyor. İkinci ihtimal birlikte davranmanın eski denemelere takıldıkları için yeni ve nitelikçe farklı bir ortaklığın, işbirliğinin mümkün olmadığına inanmaları olabilir. Üçüncüsü iktidar düzen ayrımını ciddiye almaları olabilir. Sorunun da yanıtın da yanlış olabileceğini düşünmedikleri içindir belki de. Sosyal demokrasiyle işbirliğinin bir “zorunluluk” olarak kendini dayattığı algısının da etkisiyle bilinçli ya da bilinç altındaki soru şöyle sorulabiliyor; “düzenle mi mücadele edeceğiz iktidarla mı?” Eğer sol örgütler gerçekten böyle bir soruya takılmışlarsa, soruyu değiştirmek, başka bir soruya yanıt aramak daha doğru olur. Doğru sorunun ne olabileceğini bu sitede Can Soyer şöyle formüle etmişti: “İktidara karşı mücadeleyi düzenin sınırlarından kurtarmanın, düzenin aktörlerinden bağımsızlaştırmanın yolu nedir?”