Çocukluğumdan beri kusursuz bir ateist olduğum için dini kimliğim hiç olmadı. İnsanların dini inançlarını anlarım ve saygı gösteririm, fakat cenazelerde ya da dindar insanların arasında “mümin” görünmeyi, bazı ritüellere katılırmış gibi yapmayı, kitle çizgisi ayağına “Kutlu Doğum Haftası”nda boy göstermeyi ikiyüzlülük sayarım. İnsanlara karşı dürüst olma sorumluluğumuz vardır, kimseyi aptal yerine koymamalıyız. Siyasette pedagojik yaklaşım yabancılaşma yaratır.
Etnik kimliğimi ise hiçbir zaman sorgulamadım. Bir keresinde Münih-Amsterdam uçağında yanımda oturan ecnebi, laf arasında, “Siz Asyalı mısınız?” diye sordu. “Asyalı” sözü hoşuma gitmişti. “Evet,” dedim, “Asyalıyım, Türk’üm ben.” Başka ne diyebilirdim?
Dünyanın bütün devletleri haraç ve yağma sistemiyle kurulmuştur. Ulus-devlet zora dayanan yapay bir oluşumdur. Buradaki “zor” hukuk sistemiyle sağlanır ve uygulanır. Bu sistem, insanların etnik ve dini mensubiyetlerini, hiçbirini öne çıkarmadan ve diğerlerinden üstün görmeden tek bir ulusal kimlik içinde, “eşit yurttaşlık” ilkesiyle toplayabiliyorsa, bir burjuva demokratik hukuk devletinin varlığından söz edilebilir.
Bu yapay oluşum (ulus-devlet) iki şekilde ortadan kalkar. Birincisi, her bir ulusun içindeki uzlaşmaz sınıf çelişkilerinin ortadan kalkması uluslar arasındaki düşmanlıkları, dolayısıyla bu yapay oluşumun varlık nedenini ortadan kaldırır (Marx). İkinci durumda devlet, “eşit yurttaşlık” hukukundan vazgeçer; her biri kendi hukukuna ve yönetim iradesine sahip dini ve etnik guruplara ayrışır. Bu durumda, Marx’ı izlersek, uluslar arasındaki düşmanlıklar kılık değiştirerek tekil ulusun içine aktarılmış ve sınıf mücadelesi, yerini etnik ve dini gruplar arasındaki ulus ve dini düzen kurma mücadelelerine terk etmiş olur.
Şimdi, bazı arkadaşlar, ülkemizde proletaryanın ve beyaz yakalı emekçilerin önemli bir bölümünün, sendikaların ihaneti ya da gerçek işlevlerini yerine getirememeleri nedeniyle, tarikatların ve etnik grupların dayanışma ağına katılmak zorunda kaldıkları gerçeğini kabul ediyorlar. İşçi ile patron ya da toprak ağası ile maraba aynı camiye gidiyorsa; ya da genel müdür ile onun emrindeki çaycı aynı tarikat ayininde “hu!” çekiyorsa; ya da Kürt inşaat işçisi ile zengin Kürt ağası aynı Kutlu Doğum Haftası’nda dua ediyor ya da “özerk” topluluk hiyerarşisi içinde diziliyorsa, sınıf mücadelesi belirsiz bir zamana ertelenmiş demektir. Sınıfa ulaşmak için sosyalistlere alan bırakmayan bu parçalanmanın üstesinden gelmek, ancak eşit yurttaşlık hukukunu ve ulus-devleti savunarak mümkündür. Bu parçalanmayı “demokrasi” sanmak ve sosyalizmle ilişkilendirmek ise, emperyalizmin aşıladığı bir cehalet ve ahmaklıktan başka bir şey değildir.
Gene bazı arkadaşlar, ÖDP’nin “özgürlükçü laiklik” kavramından hareketle, “bilimsel laik eğitim”i savunmanın, Aydınlanma’yla vs bir ilgisi olmadığını, bunun özünde bir emek sorunu olduğunu, laik olmayan eğitimin sermayeye ucuz emek sağladığını söylüyorlar. Burada bir sadeleştirme gerekiyor. Eğitimin gericileştirilmesi, burjuvaziye ucuz emek sağlamaktan ziyade (sendikalar devrimci olmayınca emek ucuz olur); gericiliğe kadro oluşturmayı, Aydınlanma karşıtı “kindar ve dindar nesiller” yetiştirmeyi, özetle ülkenin kültürel yapısında bir dönüşümü amaçlıyor. Ayrıca bir bütün olarak sanayi burjuvazisinin, kalifiye olmayan, Arap yarımadasındaki gibi din dolayımıyla siyasileşmiş bir işgücü aradığından, ulus-devlet ideolojisinden vazgeçerek ümmet toplumunun parçası olmaya razı ve hazır olduğundan kuşkuluyum.
Bu yüzden, Kemalizm’in Aydınlanma felsefesini benimseyerek eğitim alanında yaptığı devrimi, mesela Köy Enstitüleri’nin mirasını savunmaktan utanmamalıyız. Bu mirası savunmak kadınların kurtuluşu açısından da belirleyicidir. Bugün Milli Eğitim teşkilatının tamamı gericilerin elindedir. Fazla teorik takılmadan, onları yerinden etmek için geniş bir cephe halinde mücadele etmek gerekir. Sosyalizm için mücadele etmenin ön şartı gericiliğin yıkılmasıdır; sınıf bilincinin gelişmesi de etnik ve dini sadakatlerin zayıflamasına bağlıdır.
1960’lara, 70’lere, hatta 90’lara kıyasla bu tartışma konuları muazzam bir gerilemeye işaret ediyor. Fakat ülke bir bütün olarak gerilemişse çok ileri şeyleri tartışmanın anlamı olmaz. İnsanlar önlerine çıkan sorunları tartışırlar. Seçimlerden sonra, bu kez sosyalizm maskesi takmış etnik milliyetçiliğin, sosyal demokrasi maskesi takmış Amerikancı neo-liberalizmin ve hiç kuşkusuz, bu kez kendi içinde ayrışmış çok daha öfkeli bir şeriatçılığın Anayasa mücadelesi başlayacak. Şu son birkaç ay, bir “orta yol”un olamayacağını, her şeyin ortalamasını alarak, beylik laflar ederek var olmanın, arayüzeylerde barınmanın artık mümkün olmadığını gösterdi. Ne yapacağız?