Ne varsa sokakta var

Şöyle bir geçmişe baktığımda bu ülkede beni en çok heyecanlandıran üç olayın hepsinin sokak eylemleri olduğunu görüyorum. Üstelik bunların tümünü bizzat yaşamamama rağmen! Birini sonradan okudum, aradan yıllar geçmesine karşın okumak bile heyecan vericiydi; ikincisinde çocuktum, aktardıkları kadarıyla gazetelerden ve babamın yorumlarından izledim; üçüncüsünün zaten içindeydim. Üçünün de ortak özelliği belirli bir örgütleyeni olmadan kendiliğinden gelişen eylemler olmasıydı.

Neyse, lafı uzatmadan konuya gireyim: 1960 yılına gelindiğinde Türkiye’de yine bir baskı rejimi vardı. Demokrat Parti hoşuna gitmeyen yayın organlarını kapatıyor veya haberlerini sansürlüyordu. Mahkemeler ve kolluk kuvvetleri, sanki tek işleri muhalefeti bastırmakmış gibi çalışıyordu. Kısacası, bugünlerden çok farklı değildi ortam. 27 Nisan günü İstanbul’da Tıp Fakültesi Talebe Cemiyeti’nin düzenlediği toplantıya polisin saldırması olayların başlangıcı kabul edilebilir. Ertesi gün yapılan sessiz yürüyüşe polisin saldırısı bir üst düzeyde oluyor ve Turan Emeksiz öldürülüyordu. Durum Nazım Hikmet’in

Beyazıt’ta şehit düşen

Silkinip kalktı kabrinden,

ve elinde bir güneş gibi taşıyıp yarasını

yıktı şahmeranın mağarasını.

dizeleriyle ölümsüzleşiyordu. Artık sadece öğrenci kesimi değil tüm ülke kaynıyordu. Bir anda nerden çıktığı kesin olarak belli olmayan bir Parola 555K yayılmaya başladı dilden dile, kulaktan kulağa: 5. ayın 5. günü saat 5’te Kızılay’da. Tam bir hafta vardı Ankara’daki buluşmaya ama başta üniversiteler olmak üzere tüm okullarda direniş başlamıştı. Liseliler üniversitelilerin yanlarında olduklarını açıklıyor, öğretim üyeleri öğrencilere destek oluyordu. Ankara Üniversitesi’nde asker, öğrencilere ateş açıyordu. Bu sırada basın konuyla ilgili sadece hükümetin açıklamalarına yer veriyordu; ülke güllük gülistanlıktı onlara göre. Altan Öymen, “iktidar, sadece günlük olaylar için değil, yakın tarihle ilgili de kendilerine özgü senaryolar üretiyor” diye durumu özetler.  O dönemde “havuz medyası” sözü yoktu, onun yerine “besleme basın” deniliyordu ve bunlar da göstericileri “çapulcular” olarak adlandırıyordu. Çetin Altan’ın köşesinde “Bugün canım yazı yazmak istemiyor” demesi bile soruşturma konusu oluyordu. Paranoya öyle bir hal almıştı ki, “Görüşler” dergisinin “G” harfi ters çevrildiğinde ve bir kısmı parmakla örtüldüğünde orağa benziyor” gerekçesi kapatılması için yeterliydi.

Parola 555K. Bülent Ulus, Hakan Güngör. Kor Yay., 2019. Etiket fiyatı 24 TL.

Eylem, denilen saat ve denilen yerde gerçekleşti. Öğrencilere o sırada Kızılay’da işlerinden çıkmış emekçilerin katılımıyla eylem, büyük bir protestoya dönüştü. Cumhuriyet tarihinin ilk kitlesel sivil eyleminden yaklaşık yirmi gün sonra da Menderes hükümeti devrildi.

***

1970 yılında meclise verilen iktidar ve muhalefetin (AP ve CHP) ortak yasa teklifiyle sendika ve grev hakkına ciddi kısıtlamalar getiriliyordu. Grev yapmak zorlaştırılırken, fiilen tek bir sendikal örgütlenmeye olanak tanınmış oluyordu. Yapılmak istenilen şey aslında, DİSK’i kapatmaktı. Yasa dörde karşı 230 oyla kabul edildi. Dönemin Çalışma Bakanı açık açık, “DİSK’in çanına ot tıkıyoruz” diyebiliyordu. Bunun üzerine DİSK’in önderliğinde mücadele kararı alındı ve 15 Haziran günü 70 bin işçi fabrikalarına gidip çalışmadan beklemeye başladılar. Sonra nasıl olduysa (ki hala nasıl başladığı tam olarak açık değildir) önce Anadolu yakasındaki işçiler sokağa çıkıp Ankara asfaltını trafiğe kapatıp, İstanbul’a doğru yürümeye başladılar. Bunu Avrupa yakasında Londra asfaltının kapatılması ve dört bir yandan işçilerin Taksim’e doğru yürümesi takip etti.

16 Haziran günü daha görkemliydi. 150 binin üzerinde işçi sokaklardaydı. Polis barikatlar kurup, işçilere ateş açtı ve ölenler oldu ama hiçbir engel işçileri durduramadı. İşçiler, dönemin başbakanı Demirel’in kardeşinin fabrikasını işgal edince askeri birlikler de olaya karıştı. Sonra sıkıyönetim ilan edildi, DİSK yöneticileri tutuklandı. TİP’li ve görüş değiştiren CHP’li milletvekillerinin Anayasa Mahkemesine açtıkları dava sonucu yasa maddeleri iptal edildi. İşçilerin hakları ancak 1980’den sonra tekrar gaspedilebildi. Dönemin DİSK yöneticilerinden Kemal Sülker’in deyimiyle bu Türkiye’yi Sarsan 2 Uzun Gün’dü.

Türkiye’yi Sarsan 2 Uzun Gün. Kemal Sülker. 1980’de Yazko, 1987 ‘de V Yayınlarından çıktı.
Sahaflarda 3-19 TL arası.

Benim unutamadığım iki önemli nokta vardır bu direnişle ilgili. Biri, işçilerin bir sel gibi akıp polis barikatını yıkması (internette var, bence izlemelisiniz, tam da dediğim gibi bir sel görüntüsü var); ikincisi de ülkenin önde gelen kapitalistlerinin ülkeden kaçıp, olaylar yatıştıktan sonra geri dönmesi. Başar Sabuncu’nun “Zengin Mutfağı” oyunu bu dönemi ve bu durumu anlatır.

15-16 Haziran direnişi işçi sınıfının gücüne güvenmeyen küçük burjuva sosyalizminin iflasını ilan etmiştir…150 bin işçinin bilinçli olarak direnişe geçtiği bir ülke, gerçek uygarlık doğrultusunda epey yol almış bir ülkedir.1

***

Ve sonuncusu da Gezi Eylemleri. Elbette size Gezi’yi anlatmayacağım çünkü eminim bu satırları okuyan herkes ayrıntılarını biliyor, yaşadı, gördü. Zaten bu yüzden Gezi Eylemlerine başka bir açıdan bakan bir kitap seçtim. Amacı konunun siyasal ve sosyolojik dinamiklerini ortaya çıkartmak ve olası siyasal yansımalarını değerlendirmek olarak belirlenen bu çalışma eyleme katılan kişilerle yapıldığı söylenen söyleşilere dayanıyor. Ama tabii öznelliğe açık böyle bir yaklaşımda satır aralarında yönlendirici yargılarla karşılaşıyor insan. Örnek mi? İşte bir tanesi: “Eylem alanlarından edindiğimiz ilk izlenimlerden biri, Başbakan (RTE) ile eylemciler arasında kesintisiz ve isabetli bir iletişim olduğu idi”. Bence böyle değildi. Ya da “Caminin eylemciler tarafından işgali ve başörtülü kadınlara yapılan saldırılar, Erdoğan’ın Gezi eylemlerini önemli ölçüde nefretle de şekillenmiş vandalizm eylemleri olarak tanımlanmasına dayanak teşkil etti” denmesi. Artık herkes biliyor ki, anlatılan her iki olay da yalan. Ne camide içki içildiği ne de “bandanalı, belden üstleri çıplak, dövmeli” erkeklerin tacizi konusunda en ufak bir kanıt ortaya koyamadıkları gibi, bunun sadece anlatan kişilerin ilginç fantezileri olduğu da anlaşıldı. Amaç çok açık; Gezi Eylemlerini prestij kaybına uğratmak. Bazen bu tip kitapları geç okumak işte böyle iyi oluyor, yalanlar ortaya çıkıyor.

Gezi Eylemleri. Hatem Ete, Coşkun Taştan. SETA Yay., 2. baskı, 2014. Etiket fiyatı 19 TL.

Yeri gelmişken Hannah Arendt’in Siyasette Yalan kitabına değinmek gerekiyor. Şöyle diyor Arendt, “Siyasi emellere ulaşmak için meşru araçlar olarak kullanılan gizlilik ve kandırma, yani kasıtlı sahtekarlık ve açık yalan, yazılı tarihin en başından beri yaşamımızda olmuştur… Yalan söyleme eylemi, geleneksel kandırmacada olduğu gibi sadece gerçekliğin üstünün örtülmesinden ibaret değildir; kapsayıcı bir yalanın tümden gerçekliğin yerine konulmasıdır”. Arendt şunu da belirtir: Yanlıştan farklı olarak, yalana akılla karşı çıkmak çok daha zordur, çoğu zaman yalan gerçekten çok daha akılcı gözükebilir”.

Siyasette Yalan. Hannah Arendt. Sel Yay., Çev.: İmge Oranlı, Berfu Şeker. 2018. Etiket fiyatı 13 TL.

Başka söze gerek var mı bilmiyorum ama sadece Gezi’de değil, 15-16 Haziran’da da, 555K’da da egemen güç hep bu silahı kullandı; yukarıdaki Altan Öymen’in sözünü anımsayın. Zaten Türkiye’de iktidar bu konuda dünyanın kıskançlıkla baktığı bir ülke olmuştur hep. Bir yerlerde okumuştum, şöyle bir şeydi: AKP 17 yılda 4,5 milyar civarında fidan diktiğini iddia etmiş. Oturup hesaplamışlar, bu savın doğru olabilmesi için kesintisiz her gün 700 bin civarında fidan dikilmesi gerekiyormuş!

Gezi direnişi için yapılan bir yanlış değerlendirme de orta sınıf hareketi olduğuydu. Evet Gezi’de homojen bir sınıf yoktu ama toplumsal mücadeleden uzak duran bir işçi kesimini de mücadelenin ortasına çektiği gerçeği de apaçık ortadaydı. Korkut Boratav şöyle diyordu: “İşçi sınıfının örgütleriyle, programıyla direnişe katılmadığı doğrudur; ama kastedilen işçi sınıfının mensuplarının da yokluğu ise, bu iddianın nesnel geçerliliğinin ciddiyetle düşünüldüğünü sanmıyorum. Yokluğu ileri sürülenler kimlerdir? Varoş sakinleri mi? Sanayi sektörünün mavi yakalı işçileri mi? Üniversite diploması olmayan beyaz/mavi yakalı ücretliler mi? Aile kökenlerinin yukarıda sayılan gruplardan biri olan öğrenciler mi?”

Sanırım Gezi direnişindekileri orta sınıf olarak nitelendirmenin amacı, onu bir tür, deyim yerindeyse, “tuzu kurular” hareketi olarak göstermek olsa gerek. Ancak sistemin bu noktada başarılı olduğunu da görmek gerek çünkü gerçekte işçi sınıfından pek çok kişinin kendisini orta sınıf olarak tanımladığına ben de tanık oldum. Böyle bir tanımın bir sonraki aşaması “benden de kötü durumda olanlar var” olur ki, bu da resmen “şükür halime” demenin bir başka şeklidir.

Bu konuda en açıklayıcı ve derli toplu yanıtı Haluk Yurtsever, Orta Sınıf Efsanesi kitabında veriyor. Üretken olmayan emekçinin de işçi olduğunu vurgulayan Yurtsever, “Bir sınıfı oluşturan bireylerin, ayrı bir sınıf olarak kendi kimliklerinin ve ortak çıkarlarının farkında olmamaları sınıf varlığının koşulu değildir” diyor ve ekliyor: “Hizmet sektörünün sanayi aleyhine büyümesi işçi sınıfının eridiği, orta sınıfın büyüdüğü anlamına gelmez. Sınıflar sektörlere göre sınıflandırılamaz…Bu durum hizmetin, hizmet emek gücünün giderek daha büyük ölçülerde metalaştırıldığını gösterir."

Yurtsever’in bu sözleri Gezi ile birleştirerek okunursa, Gezi’nin emekçi karakteri açık olarak ortaya çıkar. Bence Türkiye’de Marksizm’i en iyi bilen kişilerden olan Haluk Yurtsever’in kitabı, sadece orta sınıfı anlamak için değil, genel olarak sınıf kavramını anlamak için okunmalı. Akıcı, kolay okunan bir dille yazdığı Orta Sınıf Efsanesi, zor bir konuyu anlaşılır hale getirmiş. El altında bulundurulmalı derim.

Orta Sınıf Efsanesi. Haluk Yurtsever. Yordam Kitap, 2016. Etiket fiyatı 20 TL.

“Orta sınıf, sınıfsızlık ideolojisinin de en önemli üreticisi, alıcısı ve taşıyıcısıdır. “Sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitleyiz” söylemine, “demokratik cumhuriyet”e, “sınıflar üstü” devlete, kapitalist devletin toplumun “ortak çıkarları”nı temsil ettiğine inanmaya eğilimlidir... “Özgür birey”i yüceltir, kendisinin de bu değerlerle tüm sınıflardan farklı ve ayrıcalıklı bir yerde olduğuna inanmak ister”. İşte bu nedenle Gezi’yi ve diğer toplumsal eylemleri orta sınıf hareketi olarak nitelendirmekte ve bunu da eylemcilere kabul ettirmekte sonsuz yarar vardır egemen güç açısından.

Evet bu ülkenin tarihinde beni en çok etkileyen olaylar bunlar ama DİSK’in DGM’leri kapattıran eylemlerini, Zonguldak madenci yürüyüşünü, Ege Bölgesindeki yoksul köylülerin toprak işgallerini, cezaevi direnişlerini ve bunlar gibi birçok mücadeleye de haksızlık yapmak istemem. Dedim ya, 555K, 15-16 Haziran ve Gezi benim seçimlerim. Ortak özellikleri belirli bir örgütleyeni olmaması, egemen gücün her seferinde eylemcileri çapulcu olarak nitelendirmesi, yalan mekanizmalarının sonuna kadar kullanılması ve her birinde eylemin emekçi özelliğinin gizlenmeye çalışılması.

Aldırmayın, isteyen istediğini söylesin ama biz biliyoruz ki ne varsa sokakta var.

1 Aydınlık Sosyalist Dergi, Temmuz 1970.