Ne oluyor? Ne yapmalı?

“Yeni” rejimin hukuksal kalıbı şaibeli 2017 referandumuyla dökülmüştü; dünkü “cülus” töreni ile totaliter faşizan tek adam devleti, kendi deyimleriyle “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” resmen yürürlüğe girdi.

Seçim sonrası somut duruma ilişkin üç saptama ile başlayabiliriz.

Bir: Türkiye’yi istikrarlı, olağan, barışçıl zamanlar beklemiyor.

İki: Sermayenin ve devletin doğrudan, emperyalist merkezlerin dolaylı desteğini hep yanında bulan yeni rejim kuruculuğunun siyasal kaldıracı seçim ve oy düzenekleridir. Ama aynı düzenekler, birçok nedenle rejimi sona erdirmeye elverişli araç olma özelliği taşımıyor. Silahlar olağanüstü ölçüde eşitsizdir; zarlar hilelidir; devlet terörü işin içindedir vb.

Üç: Somut koşullarda kitlelerin siyasete katılmalarının tek aracı olarak görünen seçim, emekçi-ilerici yurttaşları çaresiz kılan, her seferinde büyük hayal kırıklıkları yaratan bir kısır döngü üretiyor. İki seçim arasında, alternatif siyasal mücadele hedefleri, yolları geliştirilemediği için aynı film tekrar tekrar seyrediliyor.

Anlamak ve çıkış yolları bulmak için soruna iyimserlik-kötümserlik çizgisinde değil, “ne oluyor?”, “ne yapmalı ?”soruları ışığında yaklaşmak gerekiyor.

***

Türkiye’yi, dünya kapitalizminin içinden geçtiği, toplumsal, ekonomik, jeopolitik vb. süreçlerden ayrı ele almak ve anlamak imkânsızdır. “Dış dinamikler” özellikle uzun erimde yapılabileceklerin “dış” sınırlarını belirlediği için giderek artan önemde olmakla birlikte, ülkedeki siyasal gelişmeleri esas olarak iç dinamikler belirliyor. Türkiye’de son 16 yıldır olup bitenler, “yazgı” değil, çok önemli ölçüde Erdoğan’da cisimleşen, karşıtları tarafından “seçeneği” üretilemeyen siyasetlerin sonucudur. 

Bu notlar ışığında, önce “durum ne?” sonra “ne yapmalı?” sorularına yanıtlar vermeye çalışalım.

Bir: Kapitalizm artık burjuva demokrasisini taşıyamıyor. Temsili burjuva demokrasisi kapitalist egemenlik düzeninin kısa bir dönemine özgüydü.  Bugünkü toplum on dokuzuncu yüzyılın “burjuva toplumu”, egemen sınıf da o dönemin kentli sınıflar koalisyonu olan “burjuvazisi” değildir. (Bu konuya ilgi duyan okuyucu için:  Haluk Yurtsever, Orta Sınıf Efsanesi, Yordam Kitap, 2016, s. 58-85. ) Kısa sonuç şudur: Dünyanın tüm ülkelerinde devletin temel erkleri, seçim ve oy düzenekleri dışında örgütlenmiş, bu düzenekler biçimsel dekorasyon unsurları olarak korunmakla birlikte, egemenler için de yurttaş çoğunluğu için de işlevsizleşmişlerdir. Seçim ve parlamento artık, toplumun tüm sınıflarını siyasete çeken bir alan değil, kitleleri siyasete yabancılaştıran, vekillerin yüksek gelirlerle ödüllendirildiği bir vitrindir.

İki: Sermaye, düzenin tarihsel ve kurumsal olarak güçlü olduğu ülkelerde, seçimleri, parlamentoları, siyasal kişilikleri, hatta partileri önemsizleştirerek egemenliğini sürdürebiliyor. Kapitalizmin anayurtlarında seçime katılma oranları sürekli olarak düşüyor; kurumlar kişilerden daha önemli olduğu için, kişiler kolayca değiştirilebiliyor vb. Tarihsel olarak kapitalist üretim tarzının iç ilişki ve kurumsallaşmasının, bu anlamda sivil toplumun zayıf, devletin güçlü olduğu toplumlarda ise düzeni ve devleti bir arada kişiliğinde cisimleştiren otokrat “lider”ler zuhur ediyor. Rusya’nın Putin’i, Macaristan’ın Orban’ı ve Erdoğan bu tarzın çarpıcı örneklerini oluşturuyorlar. Dolayısıyla bizim gibi ülkelerde başkanlık rejimini, bu özellikle birlikte düşünmek gerekiyor.

Üç: Başkanlık rejimi, parlamenter sistemden farklı olarak doğası gereği, kişileri öne çıkarmaya eğilimlidir: Başkan ve adamları… ABD’deki başkanlık seçimleri bir tür medyatik “yıldız” savaşlarıdır. ABD’ de başkan, son çözümlemede Rusya, Macaristan, Türkiye örneklerinde olduğu kadar güçlü bir tek adam olmamakla birlikte önemli yetkilerin odaklandığı erk merkezidir.

Dört: Başkanlık rejiminin resmileşmesini, “değişen bir şey yok; Erdoğan fiilen zaten tek adamdı” diyerek geçiştirmek doğru değil. Başkanlık rejiminin, Türkiye koşullarında toplumu siyasetsizleştirmenin son derece etkili ek bir yöntemi olarak iş göreceğini, 24 Haziran göstermiştir. Son seçimin, bir yanda Erdoğan’ın, öteki cenahta  İnce’nin yer aldığı, partilerin, yerel örgütlerin, yurttaşların siyaseten silindiği bir yıldızlar savaşı biçiminde geçmesi rastlantı değil.

***

Beş: “Ne yapmalı?” sorusuna yaklaşırken, sorunun siyasal içeriğine yoğunlaşmak, Erdoğan’ın yüksek oy oranının nedenleri üzerine düşünmek gerekiyor. Birçok neden olmakla birlikte, Türkiye siyasetinin son 30-40 yıldır dinsel, etnik vb. kimlik siyasetleri ekseninde kutuplaşması ve Erdoğan’ın bu kutuplaşmayı betonlaştırması en önemli neden olarak görünüyor. Erdoğan’ın “millet” tanımı nettir: “Millet”, Türk ve Müslüman-Sünni kimlikli çoğunluktur. Kutuplaşma bu eksende sürdüğü sürece sonucun değişmesi imkânsızdır.  Yalnız çoğunluğun değiştirilmesi değil, ülke çapında, Türkiye bütününde sol-sosyalist bir öznenin inşası da imkânsızdır.

Altı: Öyleyse, “ne yapmalı?” sorusunun ilk yanıtı, bu kutuplaşma eksenini çözüp, bir başka kutuplaşma eksenini var edecek bir siyaset tarzı geliştirmek olabilir. Ancak emek-sermaye, zengin-yoksul, tüccar-tüketici, üretici-aracı, kent yoksulu-kent rantçısı, doğa yıkıcısı-doğa dostu vb. ilişki ve çelişkileri üzerinden yükselen, tüm yurttaşların temel hak ve özgürlüklerini kararlı biçimde savunan bir siyaset var olan kutuplaşma eksenini değiştirebilir. Kimlik eksenli kutuplaşmayı çözmenin yollarından biri, din, dil,  etnisite, cinsiyet farklarını “düşman” uçlar olmaktan çıkaran bir kardeşlik söylem ve eylemiyse, öteki, emek, toprak kardeşliği,  toplumsal cinsiyet, ekoloji vb. duyarlılıkları üzerinden bir yeni sosyalist devrimci kutup yaratmaktır.

Yedi: Bunun da koşulu, emekçi çoğunluğunu, özellikle de onun aktif ileri kesimlerini düzen, devlet, rejim karşıtlığında birleştiren pozitif kurucu iktidar ve mücadele programları üretmektir. Bu öncelikli hedefin nasıl, hangi yöntem ve araçlarla hayata geçirileceği amacın kendisi kadar önemlidir. Türkiye sol hareketinin bugün en çok ihtiyaç duyduğu şeylerden biri, fıkır fıkır, canlı, yaratıcı, geliştirici bir düşünsel ideolojik yoğunlaşma- tartışma sürecidir.

Sekiz: Düzen siyasetinin, başkanlık rejiminin topluma dayattığı siyasetsizleşme saldırısını püskürtmek, siyaseti yeniden toplumsallaştırmak için devrimci sosyalist siyasetin en küçük birimlerden, çalışma ve yaşam alanlarından,  yerelliklerden başlayarak bedenleşmesine ağırlık vermek gerekiyor.

Dokuz: Program ve yerelliklerden bedenleşme çabalarının yeni türden komünal-komünizan ilişkilerin tohumlandığı bir kültürleşme atılımıyla tamamlanması gerekiyor.