Ne âlemdeyiz?

Yalçın Akdoğan dün yaptığı açıklamanın bir yerinde şöyle bir ifade kullanmış: “Arka planını açıklayamam ama normal süreç aynen devam ediyor. HDP heyetiyle sürekli görüşüyoruz. Bizim onlarla görüşmemiz bir hadise değil; sürekli görüşüyoruz. Bugün Meclis’te, mesela Genel Kurul’da birlikteydik. Bütün partilerden milletvekili arkadaşlarımızla beraber. Şimdi biz onlarla oturup çay içsek büyük bir hadiseye dönüşüyor. ‘Bir araya geldiler, vesaire.’ Sürekli rutin olarak, arkadaş olarak da görüşüyoruz. İlişkilerin kesilmesi gibi bir şey yok.”

Türkiye’de siyaset karikatüre mi dönüştü yoksa AKP’liler herkesi salak yerine koymaya mı alıştılar bu bilinmez. Yukarıdaki açıklamadan çıkan sonuç, meclis koridorlarında Akdoğan ile örnek olsun Sırrı Süreyya Önder karşılaştıklarında, birbirlerine “ne âlemdeyiz aga?” diye sorup, “süreç heval” diye selamlaşıp ayrılmaları değilse o zaman ortada başka bir şeyler olmalı.

AKP iktidarının son haftalardaki performansını perdelemek istercesine yeni bir şeyler müjdeleyerek sanki hiçbir şey yokmuş gibi davranmak Akdoğan’ın genel duruşu haline geldi. Ağrı’da provokasyonun birinci elden sorumlusu bir iktidarın Kürt sorununun çözümü ile ilgilenen temsilcisi, bir yandan yaşanan olayların sorumlusu olarak HDP’yi ve gerillayı işaret edip HDP’nin baraj altında kalması gerektiğini dile getirirken, şimdi gelmiş meclis koridorlarındaki hoş muhabbetlerden bahsediyor.

Aslında gelinen noktada iki taraf açısından da çözüm süreci buzdolabına kaldırılmış gibi görünmektedir. Ancak arada yemeği hızlıca buzdolabından çıkartıp ısıtmadan servis etmeye çalıştıklarında sanıyorum ki bu tür sonuçlar ortaya çıkabiliyor. Örneğin bir anda izleme heyetinin kurulduğuna dair haberler de çıkmaya başladı. Büyük ihtimalle Kürt hareketi cephesinden bu heyetin yetersiz olduğuna dair yaklaşımlar dile getirilecektir.

Seçim gündemi içerisinde görünen o ki çözüm sürecinin kendi içsel dinamikleri işlemeyecek ya da belki biz göremeyeceğiz. Daha doğrusu Newroz’dan itibaren ivmesi çok kontrollü bir şekilde düşürülen müzakere başlıkları sanki seçim sonrasına havale edilmiş gibi. Bu durum son tahlilde iki tarafın da işine gelmekle birlikte AKP kendi cephesinden sağlam durduğunun görüntüsünü vermeye çalışıyor. Kürt siyaseti açısından ise –ki bu noktada özellikle HDP’yi işaret ederek düşünmek gerekir- seçimlere odaklanan bir tablo, AKP’nin HDP’nin oylarını düşürmek için hazırlayacağı provokasyonlarını boşa çıkarmak için bir tetikte olma durumu ve seçim bildirgelerinde ifade edildiği şekilde radikal demokrat bir duruş geçerli olacak gibi.

Dolayısıyla çözüm sürecinin ana halkalarının seçim tartışmalarına pek sığmayacağını ya da bu noktalarda özellikle AKP’nin yalan bir söylem geliştirmeye çalışacağını öngörmek gerekir. Hemen arkasından halk düşmanı uygulamalar gelecektir. Hatırlamakta fayda var: Ağrı provokasyonunun hemen birkaç gün öncesinde Ahmet Davutoğlu’nun seçim yarışının iyi geçmesini temenni ettiğini, HDP’ye başarılar dilediğini bir kenara not etmemiz gerekiyor.

Çözüm sürecinde nerede kalmıştık?

İkinci Dolmabahçe Mutabakatı adını verdiğimiz, 28 Şubat tarihinde HDP ve hükümet heyetinin birlikte açıklamış olduğu 10 maddelik yol haritası Abdullah Öcalan’ın Newroz’da okunacak mektubunun ipuçlarını veya daha doğru bir tespitle ana hattını ortaya koyuyordu. Türkiye’nin demokratikleştirilmesi için gereken adımların atılması, bu demokratikleşme harekatının birincil başlıklarının Kürt sorununa çözüm politikasının oluşturması ve bunların hepsinin yeni bir anayasaya bağlanması şeklinde özetlenebilecek paket Abdullah Öcalan’ın yapacağı açıklamayı kolaylaştırmak gibi bir yan da barındırıyordu.

Dolayısıyla yürütülen müzakerenin iki tane ana halkası konusunda söylenecekler Newroz gününe kalmıştı: 1-) PKK’nin silahsızlanması. (Bunu Türkiye’deki eylemlerine son vermesi şeklinde de dile getirebiliriz) 2-) Abdullah Öcalan’a özgürlük. Birincisini Öcalan, ikincisini ise Newroz alanlarını dolduran halk dile getirmiş oldu.

İşte tam da bu noktada müzakere ve mücadele ikiliğinin içsel dinamikleri devreye girmiştir. Bir yandan seçimlerden önce Öcalan’a özgürlüğü çağrıştıracak adımların atılmasının AKP’ye büyük darbe vurması olası iken, PKK’nin şartsız ve karşılığını almadan silah bırakması Kürt siyaseti açısından sorunlu bir yan barındırmaktaydı.

Dolayısıyla bu düzlemde seçim sürecinin dinamikleri işlemeye başladı ve mesele başkanlık sistemi ve Anayasa denklemine taşındı. Newroz öncesinde AKP içinde başlayan tartışma, Abdullah Öcalan’ın PKK Kongresi için tarih vermemesi ve izleme heyeti önermesini devreye sokması, daha öncesinde Selahattin Demirtaş’ın “seni başkan yaptırmayacağız” diyerek seçim çalışmalarının ana hattını belirginleştirmesi gibi başlıklar, Tayyip Erdoğan’ın müzakere sürecinin kendisini tasfiye harekatına dönüştüğünü hissetmesine, düğmeye basmasına yol açmıştır.

Erdoğan’ın Newroz’dan birkaç gün önce Harp Akademileri’nde yaptığı konuşma ile bu tasfiyeye karşı orduyla ittifak arayışını dahi gündeme getirdiği görülmüştür. Bir üstteki yaklaşım ile birlikte düşünüldüğünde başkanlık sistemine hayır diyen HDP’nin, yer almasının yüksek ihtimal olduğu yeni mecliste, yeni anayasanın yapılması yönünde bir mücadele yürüteceği öngörülebilir. Zaten geçtiğimiz gün yayınlanan HDP’nin seçim bildirgesinde gerek Dolmabahçe mutabakatına, gerekse yeni anayasaya dair pozitif vurgular ifade edilmiştir.

Gelinen noktada bir noktayı belirginleştirerek ilerlememizde fayda var. Kürt sorunu bağlamında devlet ile Kürt siyasetinin ilişkisi, müzakere ve mücadele bütünlüğünün birbirine paralel ikili bir zeminde yaşadığı bir duruma gelmiştir. Seçim düzlemi bir mücadele zeminidir. Kavgalıdır, dövüşlüdür ve seçimden kim kârlı çıkarsa müzakere düzleminde eli kuvvetlenecektir. AKP ve özellikle Tayyip Erdoğan bunu görmüştür, yatırımını buraya yapmaktadır. Akdoğan’ın birbiriyle alakasız görünen söylemlerinin sebebi biraz da burada aranmalıdır.

Biz neredeyiz?

Bu noktada duralım. Kalkış noktamız Kürt siyaseti ile devlet arasında mutlak ittifakın ya da mutlak savaşın koşullarının ne olacağının belirlenmesi değil. Ancak yeni Türkiye’nin, AKP’nin ve kapitalist sistemin geleceği, Ortadoğu’daki bölgesel gelişmeler, özerklik, Türkiye’nin dışa açılırken Kürt sorununu içselleştirmesi, gericilik ve emperyalist yayılmacılık gibi başlıkları da hesaba katarak Türkiye solunun bir değerlendirme sürecine girmesinde sonsuz fayda var. 

Peki ne yapacağız? Bazı ezberlerle başlayıp devamını haftaya getirmeye çalışalım.

Türkiye işçi sınıfı bir bütündür. AKP gericiliğini ve sermaye sınıfını yenecek güç mutlak olarak buradan çıkacaktır.

Kürt emekçilerinin kurtuluş mücadelesi, dönemsel ittifaklar politikasından ziyade politik olarak gericiliğe ve emperyalizme karşı birlik; ideolojik olarak eşitlik ve özgürlük için kardeşlik bağlamında süreklileşmiş bir propaganda ve somut yaklaşımlarla buluşturulmalıdır.

Demokratik cumhuriyet mücadelesi yetersizdir. Solun görevi bunu tamamlamak olmamalı, ulusal demokratik hakları içerecek geniş bir çerçevede sosyalist cumhuriyet hattının öncelikle belirgin olması, bununla beraber Kürt sorununda gerçek bir seçenek olması için uğraş verilmelidir. Çünkü diğer seçenekler büyük ihtimalle elde patlayacaktır. 

Türkiye’de devrim cephesinin ilerleyeceği kanalların kapitalist sistemin ve İkinci Cumhuriyet’in yıkılma dinamikleri içerisinde ilerleyeceği bellidir. Kürt emekçileri bunun en önemli bileşeni olmaya adaydır. Böylesi bir durumda Kürt siyasi hareketinin alacağı pozisyon önem kazanacaktır. Sola meylederse işler kolaylaşacak, düzenin bekasından yana tavır alırsa işimiz zorlaşacaktır.

2013 Haziranı’nda yaşanan büyük mücadele önümüzdeki dönemde bir direniş ve halk hareketi olarak yeniden örgütlendiğinde Kürt sorununun yukarıda bahsettiğimiz birkaç başlıktaki çözüm politikası için Türk ve Kürt devrimcilerinin eli çok daha güçlenecektir.

İşte o zaman mecliste isteyen istediğine “Ne âlemdeyiz?” diye sorsa da iş işten geçmiş olacaktır.