Maltepe Nâzım Kültürevi’nden arkadaşlarım Beşçeşme Meydanı’nda “Nâzım Şenliği” düzenlemişler. Ahmet Cemal, Doğan Ergün ve beni 3 Haziran akşamı Nâzım Hikmet üzerine konuşmak üzere davet ettiler. Gittik konuştuk. Çağrılı bir konuşmacı daha vardı ama gelmemişti. İçkili lokantaların çevrelediği meydanda Nâzım Hikmet’in çok sevdiği bir çınar ağacının, hasretle bir gün çıkmak istediği mavi limana çok yakışan bir palmiye ağacının altında, martı seslerinin, sokak gürültülerinin, yaşamın soluğu içinde şairi konuşmak güzeldi. Ahmet Cemal, Türkiye’de aydınlama mücadelesini ve Nâzım Hikmet’in bu mücadeledeki yerini anlattı. Ben de edebiyat alanındaki tartışmalarını ve çabalarını gündeme getirdim. Her zaman güncel olabilen ve yaşamın her alanına ilişkin söyleyecek sözü olan bir şiirin yazılabilmesinin temel dayanağı olan felsefeyi ve sanat anlayışını anlatmaya çalıştım.
Bu konuşmaya hazırlanırken, Aziz Çalışlar’ın Nâzım Hikmet’in yazılarından, mektuplarından derleyip konularına göre sınıflandırarak yayımladığı “Sanat ve Edebiyat Üstüne” (Evrensel Basım Yayın, 2012, İstanbul) kitabını yeniden okudum. Nâzım Hikmet’in yalnızca yaratıcı bir şair ve yazar değil, aynı zamanda felsefi düşünür ve sanat kuramcısı olduğunu belgeleyen bu kitabı yeniden okumak çok yararlı oldu. Türkiye’de biz solcuların, sosyalistlerin birkaç ezberlenmiş Nâzım Hikmet şiiri dışında bu büyük yazarın eserlerinin zengin birikiminden pek yararlanmadığımızı görmemi sağladı. Eğer bu kitabı anlayarak okumuş olsaydık, bugün yayımlanan onlarca dergideki şiirlerin, yüzlerce hikâye ve romanın yüzde doksan dokuzunun emekçi bir dünyanın estetiğine göre çöpe atılması gerektiğini bütün açıklığıyla kavramış olurduk.
Nâzım Hikmet’in bu kitabında ortaya koyduğu sanat ve edebiyat ölçütleriyle şiirleri, romanları okumayı deneseydik, işimiz çok kolaylaşırdı, kitaplıklarımızı dolduran kitapların yüzde doksanından kurtulmuş olurduk. Daha önemlisi edebiyatla uğraşanlar, şiir ve hikâye yazanlar, eğer sol duyuyla bu işe girişiyorlarsa, Nâzım Hikmet’in diyalektik maddeci estetik kuramıyla yaşamı derinlemesine özümseyip üst düzeyde edebiyat yapıtlarında yeniden canlandırabilirlerdi. Öznel komplekslerinin gelgitlerini şiir dizelerine çeviren onlarca şair, bu kitabı okuma zahmetine girseydi, belki aralarından bu onulmaz estetik kısırlığı aşmayı başaracak bazıları çıkabilirdi.
Hapishaneden mektupla öğretim
Nâzım Hikmet’in sanat ve edebiyat üstüne düşünmesini ve bunları açıklıkla ortaya koymasını sağlayan iki temel kaynak vardır. Bunlardan biri “Kemal Tahir’e Mapusaneden Mektuplar”, öteki de “Cezaevinden Memet Fuat’a Mektuplar”dır. Yazar olarak geliştirmek istediği dava arkadaşı, bir başka hapishanede mahkûm Kemal Tahir’e mektuplarla ders verir. Üvey oğlu Memet Fuat’a ise, mektuplarla çocukluğundan başlayarak dünyaya gerçekçi ve toplumcu bakabilmesinin ipuçlarını gösterir, yazmaya hevesli bir genci diyalektik bir estetik anlayışla eğitmeye uğraşır. Memet Fuat’ın doksanlı yıllarda yazdıkları ve yaptıklarıyla bu eğitimden pek yararlanmadığını “Cinayet Olan Edebiyat” kitabımda göstermeye çalışmıştım. O bölümün ara başlıklarından biri de, “öğretmene ihanet”tir.
Nâzım Hikmet, yapıtlarıyla okurlarının insanlık ve sosyalizm öğretmeni olduğu kadar, çevresindekilerin de bu mücadelede katkıda bulunabilmesini sağlamak için verimli bir öğretmen olmuştur. Bu iki kitaptaki mektuplar, bugüne ulaşan kalıcılıklarıyla bu büyük öğretmeni, yararlanmasını bilen ve samimiyetle isteyen bugünün yazar adaylarının da öğretmeni yapmaya yeterlidir.
Nâzım Hikmet, hapishanede, çok kısıtlı bir insan topluluğundan seçtiği ve yetiştirdiği öğrencileriyle de anılmaktadır. Köylü ve işçinin yaşam imgelerini diyalektik biçimde tuvale taşıyan ressam İbrahim Balaban onun Bursa Hapishanesi’nden öğrencisidir. Edebiyatımızda işçi ve köylünün yüreğe işleyen hikâye ve romanının yaratıcısı Orhan Kemal de, aynı hapishane koğuşundan yetişmiştir. Kırk kuşağının en usta şairlerinden A. Kadir, Nâzım Hikmet’in 38 Harp Okulu Davası’ndan cürüm arkadaşıdır. Nâzım Hikmet’in bilgisini ve emeğini ömür boyu hizmetine verdiği büyük insanlık davasında, bu öğretmenliği de önemli bir yer tutar. Sovyetler Birliği yıllarında da yetiştirdiği öğrencileri olmuştur.
Resimli Ay’da yıkılan putlar
Nâzım Hikmet’in estetik görüşlerini geliştirmeye ve açıklamaya çalıştığı yazıları ve eleştirileri de vardır. 1929 yazında Zekeriya ile Sabiha Sertel’in Resimle Ay’ında başlattığı “Putları Yıkıyoruz” kampanyası, dönemin egemen edebiyatını sarsmıştır. Abdülhâk Hamit’e bahşedilen “Dahi-i Azam” payesinin boş bir övgüden ibaret olduğunu göstermesi, büyük tepki çekmiştir. Hemen arkasından Mehmet Emin’in “milli şair” unvanının boşluğunu ortaya atmıştır. Yakup Kadri ve Hamdullah Suphi’nin karşı yazılarıyla büyüyen tartışmayı Resimli Ay’da karikatürleriyle betimleyen Ratip Tahir, bir boks ringinde iki yazarı da perişan eden bir Nâzım Hikmet çizmiştir. Bir başka çizimde ise, elinde balta putları deviren bir delikanlı Nâzım Hikmet vardır.
Cengiz Gündoğdu’nun, günümüzde “star sistemi” olarak kavramlaştırdığı putlaştırmaya yirmilerin sonunda isyan eden şair, edebiyat eleştirisini polemik şiirlerinde de sürdürür. “Cevap” şiirleri bu dönemin ürünleridir.
Şiirlerle sanat felsefesi tartışması
“Jakond ile Si Ya U”, müzelik Mona Lisa’nın âşık olduğu devrimci Çinli delikanlıyı bulmak uğruna müzeden kaçmasını, hayata karışarak, mücadeleye atılmasını anlatır. Nâzım Hikmet’in bu destanı, aynı zamanda bir sanat felsefesi yapıtıdır. Sanatın müzede etkisiz, işlevsiz bir güzellik olarak durmasını değil, yaşamı dönüştürmek için mücadele eden etkin bir unsur olmasını savunur. Şair şiirlerinde de yeni, devrimci bir şiirin gerekliliğini anlatmaya çalışır.
Faşizmin ve emperyalizmin sömürü ve katliamlarını dile getiren “Taranta Babu’ya Mektuplar”da, Rönesans’ın doğum yeri İtalya’da sanatın öldüğünü de görürüz. “Burada artık büyük ustalar mermeri ipekli bir kumaş gibi kesmiyor.” der. Ne Dante’den şarkılar ne Beatriçe’nin nakışlı yüzü ne de Lenardo’nun öpülesi eli vardır. “Mikel Ancelo müzelerde prangalı bir kürek mahkûmudur”. Kapitalizm, faşizm insani bir sanatı kurutmuştur.
Nâzım Hikmet, toplumsal düzenin kendine uygun edebiyatı ve sanatı nasıl oluşturduğunu, beslediğini anlatmak için “Taranta-Babu’ya Altıncı Mektup”u bu soruna ayırmıştır. “Buranın yazıcıları üçe bölünmüş TARANTA-BABU” diye başlayan bu bölümde, faşist şair ve yazarlar ile faşizmle köklü bir mücadeleye girişmeyen, benmerkezci, inançsız, nihilist küçük burjuva şair tipiyle hesaplaşır. Buradaki, kendini dünyanın “mihveri” gören bu şairlerden birinin ağzından yazılmış, “Kör Olmak” şiiri, Nâzım Hikmet’in eleştirisini somutlar. Biçim olarak oldukça başarılı bu şiir, savunduğu gerici, karanlık düşünceyle bugün şiir dünyamıza egemen birçok şairi gerçek yüzleriyle anlamak için de bir ölçüttür.
Bize ve bana ne?
Aziz Çalışlar’ın büyük bir emekle derlediği kitapta, Kemal Tahir’e yazılan bir mektuptan alınan şu bölüm, okuduğumuz her kitabı değerlendirmek için başlangıç sorularını içeriyor. “Ben şimdi şiir olsun, roman olsun, hikâye olsun, resim olsun, musiki olsun velhasıl bütün güzel sanat şubelerinde yirminci asrın vatandaşı, yirminci asrın konkre insanı olarak şu suali soruyorum: Bundan –“bana” da dahil- bize ne? Şair şiir yazmış, sevgilisi için, o sadece ikisinin arasında bir hadise ise ve şair aşkını yirminci asrın muayyen bir “bizi alâkadar eden –beni alâkadar eden de dahil- hususiyeti ve tarafıyla bağlamamışsa bana ne, bize ne? Yirminci asır muazzam asırdır. Yirminci asırda yaşayan şairin, muharririn, ressamın filan kıymeti, konkre olarak yirminci asrın bütününü yahut hiç olmazsa parçalarını aksettirdiği nisbette vardır. Şair şiir yazmış, şu veya bu cümle turnürü veya hayal oyunuyla kendi faniliğinden bahsediyor. Bize ve bana ne? Ama bu fanilik günün birinde ölmek lâzım geldiği vakıasını yirminci asrın bir küçücük tarafıyla olsun bağlamış, ümitli hatta ümitsiz, okurum. Ümitli, neşeli ise yirminci asrın ümitli ve neşeli insanlarının yani istikbalin sözünü ediyordur, ümitsiz ise ölmeye mahkûm olan yirminci asrın ifadesidir. Fakat mücerret, umumiyetle, yirminci asırda bu asrın içindeki memleketler, sınıflar, kavgalarla ufak da olsa elle tutulur gözle görülür bağı bulunmayan şiiri filan okumam.” (NH, Sanat Edebiyat Üstüne, s.32)
Yirminci yüzyılın ilk yarısında, Kemal Tahir’e gönderilen mektuptaki bu temel sorular, yirmi birinci yüzyılın sanatı için de geçerliliğini sürdürüyor. Bu soruları okuduğumuz her kitap, izlediğimiz her film, dinlediğimiz her şarkı için sormaya başlayabilirsek, star sisteminin güdümünden kurtulmak için ilk adımı atmış oluruz. Kuşkusuz bu soruları eğer sosyalist isek sormamız gerekiyor. Devrimci olmaya çalışıyorsak bu sorular bize yol gösterebilir, elbette küçük burjuva solculuğu için böyle sorular gereksizdir. Sanat sanattır, şiir şiirdir ve İlhan Berk’i okuyup sevdiğimiz kadar Nâzım Hikmet’i de okuyup sevebiliriz, ne olmuş yani. Küçük burjuva estetiğinin ölçütsüzlüğünde, Yahya Kemal de büyük şairdir, Tevfik Fikret de.
Nâzım Hikmet’i bütünlüklü ve daha çok okuyabilirsek, edebiyatımızı çürüten küçük burjuva estetiğini aşabiliriz. Kapitalizmin insani duyarlıkları aşındıran, umutsuzluğu ve inançsızlığı yaygınlaştıran edebiyat ve sanatından uzak durmanın temel yollarından biri, Nâzım Hikmet’in yirminci yüzyılı, yirmi birinci yüzyıla bağlayan sosyalist gerçekçi yoludur. Bu yolun güzelliğinin ve verimliliğinin en somut kanıtı olarak onun büyük yapıtı başucumuzdadır.