Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Yeşilçam filmlerinden fırlamış klişe replikleri hatırlatırcasına söylediği “karınlarını doyuruyorsunuz ama oy vermiyorlar” sözleri, rejimin karakterine ilişkin tartışmalar bakımından oldukça önemli görünmekte. Toplumun en yoksul kısmının, ancak “karnının tokluğundan” bahsedilebilecek bir kısmının bu biçimde paylanması, “nankörlüğün” bir rejim sorunu olarak öne sürülüşü, yıllar yılı yakıtını “mağduriyetler” söylemiyle kuranlar açısından adeta yeni bir eşik.
Ne ki çemkirmenin boyutları “karın tokluğuna” şükretmesi gerekenlerden, bir kalemde milyarlık kredi kullananlara, tek celsede devasa borcu silinen para babalarına da uzandı:
“17 yıl önce neredeydiniz, şimdi neredesiniz, bunu da açıklarım” diyerek tehdit yiyenler sermaye sınıfının mühim bir kesiminden başkası değildi.
Çok doğal ki burada kimi kuramsal hatırlatmaları ve güncelleştirmeleri şart koşan bir zemin var karşımızda.
Devlet “sermayenin devleti” değil mi?
TÜSİAD’ın sert denilebilecek uyarılarıyla birlikte ortaya çıkan “restleşme” akla temel bir tartışmayı getirmektedir. Seçimden yenik çıkmış, iniş eğrisine geçmiş bir iktidar ve devlet örgütlenmesi “sermaye sınıfının önemli bir bölmesi” karşısında nasıl bu derece tehditkar olabilmektedir?
Devlet(AKP rejimi) bizatihi yıllar yılı sermaye sınıfının(hemen bütününün) aparatı gibi davranmamış mıdır?
Güncel siyasi analizler açısından çoktan buharlaşmış, unutulmaya yüz tutmuş bir kavramı tam da burada hatırlatabiliriz: Devletin göreli özerkliği
Devletin göreli özerkliği; devletin, sermayenin gündelik çıkarlarının ötesinde uzun erimli çıkarları için toplumun farklı kesimlerinin ve farklı çıkarların öyle ya da böyle kollanabileceği bir zeminin zorunluluğunu ifade ediyor.
Göreli özerkliği gelişmiş bir kapitalist devlet, tam da sermaye sınıfının devletidir, onun için “ideal yöneticidir”
Dahası “devletin göreli özerkliği”, yalnızca “tedbiri elden bırakmayalım” diyen yüksek bir sınıf bilincinin ya da yalnızca tarihsel misyonun sonucu değildir. Tüm bunları da içermek üzere sınıf mücadelelerinin sonucudur.
Bu temel saptamaları Türkiye’ye doğru bükersek…
Türkiye’de devlet, henüz doğuş aşamalarında bile “misyonlu bir devlettir”. Öyle ki doğuş koşullarında “sermaye sınıfı yaratmak” gibi misyonları olmasına karşın burjuva sınıfının dahi örgütlenmesine uzun yıllar boyunca izin verilmemiştir.(TÜSİAD 70’li yılların başında kurulmuştur örneğin) Aynı devlet için kamucu politikalar başından beri bir zorunluluk olarak belirmiştir.
Bu bağlamda kimi zaman sermayenin çıkarlarına ters düşen “sosyal hukuk devleti”, bütünde tam da onun çıkarlarını korumakta ama diğer yandan halk yığınlarının rızasını kazanmaktadır.
Sermayenin “misyonlu” ve de görece özerk devleti yaşıyor mu?
Misyon vardır…
Türkiye neoliberal evreye geçmişin yüküyle girmiştir. Tarihsel olarak eşitsiz gelişen bir ülkenin fazla misyonlu devleti ile küresel rekabet ortamında, sermayedarı için kıran kırana rekabet eden yeni devleti arasında geçişi kolaylaştıran bir ilişki vardır.
Bu izleği Özal’dan Erdoğan’a sürmek mümkün.
Bugünkü restleşme görüntülerinin berisinde 17 yıldır sermaye sınıfını başarılı biçimde ihya eden, emek karşıtı yapısal uyum programlarının sahibi bizatihi AKP’dir.
Göreli özerklik de vardır…
AKP rejimi geçmişin tek tek pulları dökülen “sosyal hukuk devleti” yerine karşılığı milyonlarca yoksula uzanan “sosyal yardım veren devletini” inşa etmiştir.
AKP’li yıllar boyunca onayını seçim sandığından çıkaran, ideolojik süreçlerin ötesinde budur.
Ne var ki bugünkü krize bakıldığında “karnı doymayanların” homurtusu telafi mekanizmalarını kat be kat aşmaktadır. Göreli özerklik, daha fazla baskı ve daha yoğun ideolojik süreçlerle yelkenini şişirmek durumundadır.
“Sermayenin devleti AKP” içinse biraz daha karmaşık olgular gündemdedir.
Örnek olsun:
“AKP İstanbul İl Örgütü neyse, Merkez Bankası da odur!
Dolayısıyla AKP’nin seçim tavrının ekonomi politiği, kendini var eden ‘piyasa kaidelerinden’ kopuşta yatıyor. Uzun süredir sessiz kalan büyük sermaye kesimlerinin, kolay kolay siyasi söyleme bulaşmayan borsacıların, banka analistlerinin yüksek sesle itirazlarını, AKP içindeki ‘liberal’ kanadın çıkışlarını bu kopuşla beraber değerlendirmek gerekir(…)Yeni olan şey, AKP’nin yerli-yabancı farklı sermaye kesimlerinin ‘değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek’ yasalarını da ilgaya girişmesidir. Halkın çıkarı ile ayrışan AKP; parti kadroları, sadık bürokrasi, aile çevreleri ve kamu kaynağına muhtaç ihale tüccarları dışında irili ufaklı sermayedarların ihtiyaçlarından da ayrışıyor.”(1)
Bu ayrışma iddiası, son TÜSİAD toplantısından çıkan, “küresel rekabet endeksine göre 140 ülkeden 116. sıraya düşen ülke olmak” ya da “parlamenter sistemden cumhurbaşkanlığı sistemine geçişin başarılmadığı” şeklindeki tespitlerle birlikte düşünülmelidir.
Bugünkü gibi özel bir tarihsel kesitte ortaya atılan bu iddiaları AKP’nin “sermayenin devleti olma” kırmızı çizgisinden bir sapma saymak mümkün mü?
O kadar da değil…
Aylar önce Metin Çulhaoğlu bir yazısında ifade etmiştir, kilit önemde bir tespittir;
“Günümüzün küresel rekabet ortamı(…)devleti ve siyasal iktidarları sermaye sınıfı açısından daha da araçsal/işlevli kılmıştır. Ancak bu gerçek aynı zamanda devletin ve siyasal iktidarların sermaye sınıfına ve/ya da onun belirli kesimlerine yönelik ‘ihya, terbiye ve cezalandırma’ gücünü artırmıştır.” (2)
Tabiri caizse sermayenin misyonlu ve de “görece özerk devleti” artık biti kanlanmış bir devlettir. Krizin en önemli veçhesi buradadır. Zira “halka rağmen halk için” rejim kurmak nasıl zorsa, “sermayeye rağmen sermaye için” rejim kurmak da o derece zor olacaktır…
-------------------------------------------------------
Kaynak:
1-https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2019/05/14/kim-yonetecek-degil-nasil-yonetilecegiz/
2-https://ilerihaber.org/yazar/sermaye-sinifi-devlet-ve-siyasal-iktidar-92489.html