Munro mu, çevirisi mi?

Nobel Edebiyat ödülünün son yıllarına bakıldığında, hak edip etmediği tartışılmayan tek kişi Alice Munro’dur sanırım. Kişisel olarak söylemem gerekirse, geçtiğimiz üç yıl içerisinde tanıdığım en iyi yazar olduğunu söyleyebilirim. Kanadalıların “bizim Çehov’umuz Alice Munro’dur” sözü bence hiç abartma değil. Neredeyse tüm büyük yazarların olduğu gibi Munro da, sıradan insanların yaşamını olağanüstü bir duyarlılık ve gözlem gücüyle anlatıyor; hiç ummadığınız durumlardan keyifle okunan öyküler yaratıyor. Diğerlerinden ayıran özelliği ise umduklarını bulamayan veya tam olarak gerçekleştiremeyen insanların yaşamlarını mükemmel bir biçimde aktarması. Umut derken öyle çok büyük hedefleri yok Munro’nun insanlarının; küçük sıradan, hepimizin bildiği şeyler umdukları.

Son kitabı Castle Rock Manzarası da bu özelliklerin tümünü kapsıyor; hatta öykü kitabı olduğu söylenmesine karşın ki bence bir roman, anlattığı kişileri daha yakından, geçmişiyle birlikte tanıyabiliyoruz. Süreç romanlarını güzel yapan budur zaten; Munro’nun kitabında da 200 yıllık bir zaman dilimi içerisinde toplumsal yapı, değer yargıları ve insan ilişkilerindeki değişimleri film şeridi gibi izliyoruz. Bir an durup, anlatılan göç İskoçya’dan değil de Afrika’dan veya Türkiye’den olsaydı ne olurdu diye sorduğumda kendime, yanıtım “hiçbir şey değişmezdi” oluyor; bu da Munro’yu evrensel yapan ana neden.

Bunları söylüyorum ama bir çekincem var. Kitabın 136. sayfasındaki şiir İngilizcesiyle birlikte verilmiş. Bir dizesi şöyle: “Footprints on the Sands of Time”, çevirisi, “Zamanın kumunda ayak izleri”. Bunu okuyunca bir an durdum,,, Bence çeviri böyle olmamalıydı çünkü “Sands of Time” kum saatindeki kuma verilen özel bir isimdir, başka bir kuma değil; kum saati metaforu kullanmak Munro’nun bir tercihi, beğenin ya da beğenmeyin. İşte, çeviri bir metni okurken kırılma anı, çeviriden kuşkulandığım andır. Acaba sevdiğim orijinali mi yoksa çevirisi mi sorusu hep içimi kemirir.

Tüm bunları düşünürken Laurent Mignon’un Edebiyatın Sınırlarında isimli kitabını okuyordum. Mignon, Lüksemburg asıllı, İngiltere’de çalışan bir akademisyen. Uzmanlık alanı Türk Dili ve Edebiyatı. Daha önce bir süre Bilkent Üniversitesi’nde de ders vermiş. Kitapta Aytmatov’dan, Şinasi’ye kadar çok çeşitli konulara değinse de şiir çevirisiyle ilgili yazdığı iki kısa yazı sorularımı biraz daha derinleştirdi.

Mignon diyor ki: “Bir şiiri çevirmek, bu şiiri özgül koşullar altında yeniden yaratmak anlamına geliyor. Her çevirmen diller ve kültürlerarası yaratıcı bir arabulucu olmak zorunda”. Yani, koşullar değişince ya da çevirmen koşulları farklı algıladığında çeviri değişecek mi?

Cahit Sıtkı Tarancı’nın, olasılıkla 1940 yılların sansürcülerini göz önünde bulundurarak, Baudelaire’den “sevgilinin dizlerinin dibinde” diye çevirdiği dizenin aslının “dizlerinin arasında” olduğunu söylüyor Mignon. Dizenin geçtiği “Balkon” şiirini bu şekilde okuyunca (kitapta şiirin tamamı yok); erotizmin girmesiyle anlamın, daha doğrusu söylemin çok değiştiğini gördüm. Hangisi gerçek Baudelaire?

Yine Tarancı’nın Apollinaire’in  “Le Chat” (Kedi) isimli şiirini “Dilek” diye çevirdiği çok bilinen bir örnektir. Hadi bunda sadece isim değişik diyelim, peki ya kitap tümden değiştirilmişse: Dante’nin İlahi Komedyası’nı iki kez okudum; biri otuz yıl kadar önce, biri geçen yıl. Kitapların biri 350 sayfaydı, diğeri 850! Biri nesirdi, diğeri nazım! Daha ne söyleyeyim ki?

Daha ötesi de var: ABD’li yazar Mickey Spillane 1950’li yıllarda bir dizi polisiye Mike Hammer kitabı yazmıştı. Henüz daha kitap sayısı 7-8 iken (yıllar içinde seri 15’e ulaşacaktır);Çağlayan Yayınları Türkiye’de 200 civarında Mike (Türkçede Mayk)  Hammer kitabı yayınlanmıştı! Konumuz çeviri olduğu için belirtmekte yarar var, bugün bunları Kemal Tahir’in mi, yoksa Afif Yesari’nin mi yazdığı tam olarak açık değil. Demem o ki, hiç olmayan bir kitap da çevrilebiliyor.

Barbara Cartland, Türkiye’de pembe dizi- beyaz dizi yazarı olarak bilinir; seksenli yıllarda kitapları gazetelerin yanında promosyon malzemesi olarak dağıtılırdı.  Birkaç tanesini okumuştum, gerçekten de içinde en ufak bir estetik kırıntısı barındırmayan, bence pespaye, kitaplardı. Neyse, yıllar sonra bir Barbara Cartland kitabını İngilizce aslından okudum ve çok şaşırdım; daha önce okuduklarımla uzaktan yakından bir ilgisi yoktu bunun. Tamam, bir başyapıt, bir Munro değildi belki okuduğum ama daha önce okuduklarıma da hiç benzemiyordu. Sanırım ilk okuduklarım, sadece yazarın isminin yazıldığı bir tür Mayk Hammer kitaplarıydı.

Evet, çeviri zor bir iş, hele bir de farklı dil grupları arasında çeviri yapılıyorsa. Japon Haiku çevirilerine bakın. Haikuların en önemli özelliklerinden birisi çok sıkı bir hece vezni kuralıdır. Türkçe çevirilerinde ise ya vezin yoktur, ya da vezni tutturmak için anlam yitirilmektedir. Sırf bu yüzden çeviri sözcüğüne göre mi olmalı yoksa anlamına mı gibi, bir tartışma hala var. İki çeviri türü de bir şeyleri kaybetme pahasına yapıldığına göre çevirmen çok ama çok önemli hale geliyor. Denir ki, Orhan Pamuk’un yurtdışında sevilmesinde onu İngilizceye Maureen Freely’nin çevirmesinin payı büyüktür.

Bu kadar yazdım ama halâ başlıktaki sorunun yanıtını bulamadım.  Benim sevdiğim Munro mu, yoksa Munro’yu Türkçede mi seviyorum?

 Tevrat’ a göre insanlar önceden tek bir dili konuşurlarmış (çeviri sorunu yokmuş). Birliklerini bozmamak, bir arada kalabilmek için çok yüksek bir kule inşa edip burada yaşamak, çevreye yayılmamak istemişler. Tanrı bundan rahatsız olmuş olmalı ki,  dünyaya inmiş ve vahim bir karar verip insanların birbirlerini anlamaması için dillerini karıştırmış. Birbirlerini anlayamayan insanlar arasında birlik kaybolmuş ve hepsi dünyanın ayrı köşelerine dağılmış.

Peki, o zaman ne yapmalı? Her yazıyı kendi dilinden okumak gerekir sözünü ütopik anlamda bile söyleyemiyorum çünkü dil bilmek yetmez dilin taşıdığı kültürü de bilmek ve değişimlerini yaşamak gerekir. O zaman şuraya geliyoruz; insanlığın ürettiği tüm kültürün keyfini çıkartabilmek için herkesin aynı dili konuştuğu, Tevrat’taki öykünün öncesi gibi bir dünya. Sanırım bu bir zorunluluk.


Castle Rock Manzarası. Alice Munro, Can, 2016. Etiket Fiyatı: 26 TL

 


Edebiyatın Sınırlarında. Laurent Mignon, Evrensel,  2016. Etiket Fiyatı: 15 TL.​