8 Mart haftası vesilesiyle adet olduğu üzere tartışılagelen malum konuları biliyorsunuz. Bilmeyenler için son yılların en gözde konuları ayağınıza geldi efendim. Mor mu olsun kızıl mı, emekçi kadın mı denilsin kadın mı, karma mı olsun kadın mı olsun, cis mi olsun trans mı olsun, o “orgazmlı” “vibratörlü” pankartlar olsun mu olmasın mı, bu karnavalesk ortama Rosa’nın, Zetkin’in fotoğraflarını “taşıyanlar” kemik mi sızlatıyor yoksa yürek mi hoplatıyor vb.
Peki bu tartışmaları biraz daha hakkıyla yürütmek, sembolizmlerin, iştahlı kimlik deklarasyonlarının, taşı gediğe koymaların, alkış ve tempo arzularının, burnundan kıl aldırmayan “iktidar konumlarının” ötesine taşımak mümkün müdür?
Kızıl mı mor mu örneğinden bunu açabiliriz.
Aslında biraz tarihsel bir bakışın bu tartışmaları belli bir olgunluğa davet edeceğini sanıyoruz. Burada da ancak belli bir mesafe uzaklaşırsak görebileceğimiz bir “ana doğrultudan” söz etmek istiyoruz.
Dünyada kadın hareketi, ‘80’li yıllarda içine girdiği ve “geri tepme” adıyla anılan dönemi(sistematik hak kayıpları ve kadın düşmanı söylem) bir boyutuyla geride bırakmış görünmektedir.
Geride kalan aslında, “geri tepmeye” eşlik eden liberal eğilimli, “güç feminizmidir”. Bu güç feminizmi, kapitalist cangılda kadınların ezilmek zorunda olmadığını, isterlerse rekabetin de serbest piyasanın da kurallarını kendi lehine çevirebileceklerini iddia etmekteydi. Ağlak bir “ezilen kadın” söyleminin yerine seks-pozitif bir duruş, “dişiliğimizden” de anneliğimizden de geri durmayacağımız bir konum mümkündü. Çocuk da yapılırdı, kariyer de.
Dahası Dünya Bankası gibi kurumlar, durduk yere “kadının kurtuluşunu” ilan ediyor(1992); kadınlara mikro krediler sağlıyordu. Avrupa Birliği türlü projelerle kadınları desteklemeye soyunmuştu. Merkez/sol ve sağ partiler bile ne kadar “kadın-dostu” olduklarını yarıştırmaya başlamıştı. Pop yıldızların “power girl” efsaneleri, kadın CEO’ların başarı öykülerine karışıyordu.
İşin aslı tüm bu rıza inşa pratikleri neoliberalizmin, kadının daha fazla sömürülmesine yol açan politikalarıyla bağlantılıydı. Neoliberalizm, esnek istihdamdan düşük ücretlere, sosyal hakların tasfiyesinden emeğin yeniden üretiminin “ağır işçiliğe” dönüştürülmesine bir dizi politikayla kadını yeniden keşfetmiş gibiydi.
İşte 2008 krizi ile birlikte neoliberal birikim biçiminin doğrudan sonuçları ortaya çıktıkça, liberalizmin balonu söndükçe, dahası pıtrak gibi dünyanın çeşitli yerlerini otoriter rejimler sardıkça “güç feminizminin” de pulları dökülmüştür. Tek tek çeşitli ülkelerde farklı örnekler ortaya çıksa da genel gidişata damgasını vuran bu eksilmedir.
Bu arka plan düşünüldüğünde bir dönem “yeni toplumsal hareketlerin” bir parçası sayılan kadın hareketinin özellikle son on yıl içinde bizatihi “toplumsal bir hareket” olmaya evrildiğini iddia edebiliriz. Bu toplumsal hareketin izlerini Arap coğrafyasındaki ayaklanmalardan, Gezi Direnişine, kapitalist merkezlerdeki büyük kadın hareketlenmelerinden, İspanya gibi ülkelerde milyonları bulan kadın grevi dalgalarına, Latin Amerika’daki büyük kadın direnişlerinden, yine Ortadoğu’da sokak ayaklanmalarında boy göstermelere ve son olarak Türkiye’de olanca baskı ortamına rağmen bitmeyen sokak ve eylem gücüne bakarak söyleyebiliriz.
Son 8 Mart eylemleri ve Feminist gece yürüyüşünün iddialı niceliği, özel kimi çıkarımları da davet edecek denli başarılıdır.
2008 krizinden bugüne uzanan kadın hareketine bakıldığında, onu özel kılan yalnızca “hareket ve kendiliğindenlik” boyutunun artması değildir. Yukarıda değindiğimiz “güç feminizmi” söylemlerinin soluğu tükenirken başka bir çizgi öne çıkmaya başlamıştır. Bu çizginin bir ucunda siyasi muhatabını belirginleştirmiş, adıyla otoriter rejimlere karşı özgürlükçülük, diğer ucunda “kadın grevi” gibi örneklerde görüldüğü üzere odağına daha fazla “emek sürecini” almaya başlayan yeniden eşitlik ve hak söylemi yer almaktadır. Dikkat edildiyse odağa “sınıfın” alınmasından değil, “emek sürecinin” alınmasından bahsediyoruz. Yani bakım emeğinden geçimlik üretim arayışına, “ek gelir” stratejilerinden düşük ücrete direnmeye oldukça geniş ve çok katmanlı bir “emek sürecidir” gündemde olan.
Bir ucunda “kadın emeği gündemi” diğer ucunda özgürlükçülük dedik. Belki de bunlar o kadar da ayrı uçlarda değildir.
Diğer bir deyişle toplumsal çelişki ve çatışmaların saf halleriyle değil, kılık değiştirerek harekete dönüşmeleri, bir de “kadın hareketi” bakımından düşünülmelidir. Yoksulluk kadınlaştıkça, esnek istihdam güvencesizlik kadınlar için kural olmaya devam ettikçe “emek sürecinin” çeşitli çelişki ve çatışmaları kendini daha fazla otorite karşıtlığı ve özgürlükçülük olarak dolayımlamaktadır.
Kızıl mı mor mu sorusunun ötesini düşünmek bu türden bir perspektifle mümkündür.
Öncülük iddiasının, bayrak renginden, köken ve miras kavgasından, hizalama arzuları ve sapma tespitlerinden kopacağı yer burasıdır. Burada, yeniden üretimin ağır işçileri olarak kadınlar nasıl örgütlenebilir, ağ tipi yapılar nasıl kurulabilir, tüm bunlar formel emek süreciyle nasıl birleştirilebilir, bugün özgürlükçülükle temayüz olan, sokağın ötesinde nasıl bir güç haline dönüştürülebilir gibi sorular gündeme gelebilecektir.