Mezarcı: Ölümün bile metalaştırılması üzerine bir hiciv

Mezarcı adlı yerli yapımın geçtiğimiz haftalarda dolaşıma sokulan fragmanı, günümüzde lümpen “güldürülerin” damgasını vurduğu popüler sinemamızda nezih, eli yüzü düzgün, en azından nispeten kalburüstü bir güldürünün perdelerimize gelmekte olduğunu müjdeler gibiydi. Mezarcı dün vizyona girdiğinde gördük ki gerçekten de günümüzdeki yerli popüler sinemanın (malum olduğu üzere son derece düşük seviyelerde seyreden) standardının üstünde bir yapım; öte yandan fragmanın kısmen yanıltıcı olduğu nokta şu ki Mezarcı salt güldürü yönelimli değil, aynı zamanda hüzün ağırlıklı bir film, hatta bittiğinde bıraktığı tortu esasen hüzün yoğunluklu ki bunda Erkan Oğur’un imzasını taşıyan enfes müzik kuşağının da büyük payı var. Ayrıca emektar edebiyatçılarımızdan Osman Şahin’in bir öyküsünden senarist-yönetmen Talip Karamahmutoğlu tarafından uyarlanan Mezarcı’daki toplumsal-eleştirel çerçeve de bir hayli dikkate değer ve filmin esas ekseni olan ölümün metalaştırılmasının hicvedilmesinin dışında Sivas Katliamı da örtük biçimde de olsa filmin anlatısında yer buluyor

Şahin’in daha önce de pek çok eseri, aralarında Kibar Feyzo (1978); Züğürt Ağa (1985); Kurbağalar (1985) gibi yerli sinemamızın dikkat çekmiş ürünleri de dahil olmak üzere çok sayıda filme kaynaklık etmişti, hatta ‘Mezarcı’nın da geçmişte Ertem Eğilmaz tarafından filme alınması düşünülmüş ama başrolde yeralması öngörülen Şener Şen’in başka bir angajmanı dolayısıyla o dönem bu planlar gerçekleşememiş.

Mezarcı, Almanya’da mezarcı olarak çalışan Ejder adında bir gencin, babasının ölümü üzerine memleketi Dalyan’a geri dönmesiyle başlıyor. Daha filmin başlarında Ejder’in ileri yaşlardaki bir hemşehrisine onun “vatan için Kore’de savaşmış olmasından” övgüyle sözetmesinin ardından Ejder bu sohbet ortamından ayrıldıktan sonra bir başka yöre sakinin kinayeli biçimde “sen hakkaten Kore’de vatan için mi savaştın ki!” demesinden ve yaşlı gazinin “ne bileyim, git dediler, gittim” minvalinde bir karşılık vermesinden Mezarcı’da belirli bir politik duyarlılığın mevcut olduğu ama bu duyarlılığın vurgulanmadan usulca dokunuşlarla, hafif değinmelerle kendini belli edeceği anlaşılıyor. Anaakım mecralarda televizyon dizi oyuncusu ve ayrıca şarkıcı olarak tanınan ama aslen tiyato kökenli bir sanatçı olan (ayrıca geçen ay sıradışı yerli fantastik film Durak’ta da beğeniyle izlemiş olduğumuz) Emre Altuğ’un başarıyla canlandırdığı Ejder’in babasına Almanya’dan havale etmiş olduğu yüklü miktarda dövizin bankadan çekilmiş olduğunu öğrenmesi üzerine, babasının bu parayı evde bir yerlere gizlemiş olduğu düşüncesiyle evde koltuk altlarında, vb’de para aramaya girişmesinden Ejder’in kişiliğini anlamaya başlıyoruz. Babasından miras kalan zeytinlik arazide özel bir mezarlık kuran Ejder, zengin müşterilere burada mezar yerleri satmaya, cenaze hizmetleri sunmaya girişiyor ve taksitli satış, internet üzerinden dua okunma olanağı gibi “modern” yöntemleri devreye sokmasının da katkısıyla kısa sürede ticari açıdan büyük bir başarı sağlıyor. Filmin de en başarılı bölümleri Ejder’in işini kurma ve pazarlama aşamalarında perdeye ardı ardına hem gülünç, hem oturaklı taşlamaların geldiği ilk yarısı. Örneğin genç girişimcinin sosyetik bir kadın müşterisine “sizi öldükten sonra da kıskanacaklar, size ölümden sonra ikinci bahar yaşatacağım” demesi sayfalarca sürebilecek bir burjuvazi eleştirisinin özeti gibi…

Giriş ve gelişme kısımları böyle ustaca sahnelendikten sonra Mezarcı anlatının bir sonuca doğru yönelmesinin artık gündeme geldiği ikinci yarısında kanmca nispeten biraz tökezlemeye başlıyor, başkarakter Ejder’in yüzleşme süreci pek altı doldurulmadan, bir hayli beklendik olay örgüleriyle izleyiciye aktarılıyor.

Bu yüzleşme sonucu Ejder’in gerçek bir dönüşüm yaşayıp yaşamadığının belirsiz bırakıldığı, hatta bu açıdan açık-uçlu sayılabilecek finalde ise Ejder’in “bizi ölü görmeye alıştırdılar” cümlesi çok ama çok vurucu ve Almanya’da gençliğinde ayakta kalma, ekmek parası kazanma girdabı içinde insani değerleri yitirmiş olmasının basitçe rasyonalize edilmesinin dışında çağrışımlar taşıyor. Özellikle “Sivas’ın sıcağından kaçarak” Dalyan’a sığınmış Bektaş isminde bir yan karakterin öldükten sonra naaşının “yakılmasına” ilişkin vasiyet vermiş olması ışığında…

Haftanın yabancı fimleri

Avustralya yapımı Bilim Kurgu Bölüm 1: Son Savaşçı (Science Fiction Volume One: The Osiris Child, 2016) iddiasız, ama bilim-kurgu janrına ilgileri yalnızca başyapıtlarla sınırlı olmayan bilim-kurgu müdavimlerini makul derecede tatmin edebilecek bir distopya filmi. Ülkemizde izleyici karşısına ilk kez geçen yıl Filmekimi’nde çıkmış olan Güney Kore yapımı Hizmetçi’nin (Ah-ga-ssi, 2016) senaryosunun kurgusunun iyi tasarlanmış olduğunu yadsımamakla birlikte kadın başkarakterlerin katartik anının “sapkın” erotik kitapları şevkle ateşe verip topluca yakmaları olan bir filmi şahsen sevebilmem mümkün değil. Cate Blanchett’in muhtelif sanat manifestolarını okuduğu bir enstelasyonun sinema versiyonu olan Manifesto (2016) da bu yılki İstanbul Film Festivali’ndeki gösterimlerinin ardından bu hafta Başka Sinema’nın portföyünde yeralıyor.