Güncel olana, günbegün yaşanana bir zaafımız var.
Güncel olanın yakıcılığı, keşmekeşi, hayhuyu hepimizi kendine çekiyor. Sabaha bir bakanın tükürükler saçarak ettiği bir lafla uyanıyoruz. Gece yarısı bir yasa geçiriliyor. Bu arada bir köşe yazarı birilerini hedef gösteriyor derken bir bakmışsınız “dumanı üstünde tüten taşra gericiliği” boy boy gazete manşetlerini süslüyor.
Ne ki tüm bu karmaşa içinde çoğu zaman ana rotaya dair düşünme fırsatımız olmuyor.
Ana rota derken tarihten bahsediyoruz.
Tarih, “günün anlam ve önemine”, takvimli işlere, yılsonu değerlendirmelerine sıkıştıkça biraz sevimsiz bir hal alır. Bu kurguda tarih, işi düşünce sizi arayan soğuk ve hesapçı bir akraba gibidir.
Böyle kırk dereden su getirdiğimize bakılmasın. Parça pinçik gündemlerin, ağır aksak alınan yolların, kayıpların ve kazançların kuşbakışı görülecek bir rotası, kalın çizgisi var. İşte tarih tam da orada, hissedilmediği kadar yakın bir mesafede…
Peki güncele ve tarihe dair tüm bu mesafe tayinlerini bilerek, günün “hararetine” de tarihin“propagandacılığına” da kapılmadan serinkanlı bir değerlendirme yapabilir miyiz?
2017 yılında, son KHK’lardan geriye doğru sayarsak, düzenli fasılalarla karşımıza çıkan durum, hep “bu artık bardağı taşıran son damladır” duygusu oldu. Tek tek hatırlamak mümkün.
Kadınlar için birkaç farklı ilde pembe otobüsler gündeme geldi.
Müftü nikâhı yasası “isteseniz de istemeseniz de” denilerek geçirildi.
Sınırlı düzeyde bile olsa kadını şiddetten koruyan 6284 kanunu hedef gösterildi.
Boşanmalarda “arabuluculuk” gibi erkeklerin lehine uygulamalar adalet bakanlığı tarafından gündeme alındı.
LGBTİ+ bireylerin en basit dernek faaliyetleri anayasaya aykırı ilan edildi.
Kıyafetinden dolayı kadınlar düpedüz şeriatçı saldırılara uğradılar, kadınlar dolmuşta, metrobüste, parkta dayak yediler.
Tüm bunlarla uyumlu olarak 2017 yılı son yıllarda kadın cinayetlerinde en yüksek sayıyı yakaladı.
Artan yalnızca sayı olmadı, erkek şiddetinin biçimleri de barbarlığını tüm dünyaya duyurmak istercesine kılıçla, dinamit patlatarak, işkence ederek gerçekleşti. Kadına yönelik şiddette yaş aralığı belirgin biçimde düştü. Üniversite öğrencisi kadınlara yönelik şiddet vakıaları artan biçimde gündemimizi işgal etti.
Ülkenin dört bir yanından eğitimde çocukları hedef alan gerici uygulamalara şahit olduk.
Çocukların cinsel nesneleştirmesi de, “kapanma partisi” de, ellerine urgan verilerek şeriat militanı olarak fotoğraflanması da aynı yıl içinde oldu.
Hepsinin ortak özelliği bunlar için verdiğimiz tepkide hep bir “bu kadarı da olmaz, bu artık son damladır” düşüncesinin inatçı biçimde kendini tekrar etmesi oldu.
Bardak bir türlü taşmadığı gibi, şaşkınlık ve “yok artık daha neler” hissi de yakamızı bırakmadı. Yazlığında bahçesiyle uğraşan halim-selim, emekli Rasim amca gibi sürekli aynı biçimde şaşırmaya, “yok artık” demeye devam edemeyiz.
Aynı şekilde “olay sonrası” tepki eylemleri yaparak da kurtaramayacağımız belli. AKP bir rejim partisi olarak “radikal adımlar” atmaya, düzenini inşa etmeye/oturtmaya devam edecektir.
Daha açığı şu ki rejimin “radikal adımları” kadın mücadelesi de dahil olmak üzere mücadeleye ilişkin kimi muhasebeler yapmayı zorunlu kılmaktadır. Sözgelimi, 15 Temmuzdan sonra rejimin aldığı viraj, fasılalarla karşımıza çıkan “radikal adımlar”, kadın hareketi için de yeni bir dönem, yeni öncelikler gerektiği anlamına gelmez mi?
Kuşkusuz şapkadan tavşan çıkaran yepyeni şeylerin gerekliliğinden bahsetmiyoruz. Ama örneğin rejim müftü nikahı gibi, 6284’ün hedef alınması, arabuluculuk gibi son derece nokta atışı ve radikal işlere, “isteseniz de istemeseniz de” kabadayılığıyla yönelmişken, bizim de öncelikle mücadelemizin meseleleri olan konularda sadeleşmemiz, özel bir konsantrasyon geliştirmemiz gerekmez mi?
Bu söylenen oldukça genel bir çıkarım gibi görünebilir. Ancak kadın mücadelesinin çok merkezli sorunları, dallı budaklı yapısı düşünüldüğünde özel olarak daha çok geçerlidir. Dallı budaklı yapıda pek çok şey vardır; eril dilden, medyada kadın temsiline, kotadan, şiddetle mücadeleye, “örtünün baskısından” pronatalist politikalara vs. onlarca, yüzlerce başlık.
İşte tüm bunlarda, bu “döneme özgü” bir sadeleşmenin ve önceliklerin, belki beş kaleme indirilebilecek önceliklerin, tüm kadın örgütlerininin kolektif çabasıyla ortaya konması ve “bunlar bizim kırmızı çizgimizdir” denilmesi gerekir.
Belli hedef ve mevzilere odaklanan, takvim kovalayan değil süreklilik arz eden, “dünya dursa tüm işi o olan”, ısrarcı, inatçı, militan cesur eylemleri gündemine alabilen bir sadeleşme ve konsantrasyon bahsettiğimiz. Dahası bunun kırk başlı eylem komiteleri birlikteliğinden çıkıp kendisini “birleşik bir mücadele” ihtiyacı olarak ortaya koyacağı da üzerinde tartışılması gereken bir konudur.