Sözlü ve yazılı iletişimlerin incelenmesi dil bilgisinden çok, dönemle ve coğrafyayla ilgili bir mesele. Örneğin, Erich Fromm, Almanya’da insanların “şöyle düşünüyorum” ifadesini eskisinden daha az kullandıklarını belirliyor. Bunun yerine, yaygın olarak “bir düşüncem var” dediklerine dikkat çekiyor. Ve bunu, o dönemdeki Almanya toplumunda hızla yükselen “sahip olma” güdüsüne bağlıyor. Düşünme etkinliğinden çok, düşünceye sahip olmak önemsenmektedir. İnsanlar maddi değerlere ek olarak bilgileri, dostlukları, hayattaki her şeyi biriktirmek telaşındadır. Özgürlük ve güvenlik gibi duygulara ulaşmak için toplumsal ilişkilere güvenmemektedir.
ALT ALTA SÖZLER
Günümüzde…
Hazırladığı videoyla düşüncesini anlatan kişiyi izliyorsunuz. Bir ara “muattap” diyor; “h”yi kullanmıyor ve iki “t” ile telaffuz ediyor. Aldırmamaya çalışıyorsunuz. Ama anlatım karmaşasına neden olan başka sorunlar da eklenince, ne kastettiğini çözmek için sürekli uğraşmanız gerekiyor. Böyle bir özensizlikten rahatsız oluyorsunuz.
Sosyal medyada ve günlük hayattaki iletişimlerde elbette basit hatalar olacaktır. Bunun üzerinde durmanın pek anlamı yoktur. Ne var ki, inceltme işareti, uzun veya kısa seslendirilen harfler, eklerin yazılışı gibi kurallar yok sayıldıkça, ne dendiği anlaşılamayan sözlerle karşılaşıyoruz.
Gazetelerde de yazım kuralları ve dil kullanımı meselesi üzerinde eskiden beri duruluyor. İlginç biçimde, onca uzun zamandır konu edilmesine rağmen, sıkça dikkat çekilen hataların düzeyi sürekli düşüyor. Arşivlerde rastladığımız 70 yıl önceki, 40 yıl önceki gibi dilin inceliklerine dikkat çekme kaygısı artık iyice azalmış durumda. Konuyla ilgili köşe yazarlarının tespit edip eleştirdikleri hataların çoğu ilkokul Türkçe müfredatı kapsamında kalıyor.
Paragraf kurma sorunları üzerinde bile durulmuyor. Oysa bir metin, ancak sağlam paragraflarla ilerleyebilir. Son yılların popüler köşe yazarlarının yazdığı türde “paragrafsız metinler”le belki aynı görüşte olduğunuz insanların sözcülüğünü yapabilirsiniz; ama bir düşünce geliştirmek söz konusu olamaz.
ANLAM VE VURGU
İlkokul düzeyinin biraz üzerine bakarsak, cümlenin öğelerinin yeri de anlamın ortaya çıkışında belirleyici oluyor. İçerikteki vurgu bu şekilde yaratılıyor. Örneğin, “Ali bize dün geldi.” dediğinizde, sözünü ettiğiniz olayın zamanını vurgulamış oluyorsunuz. “Dün” geldi. Amacınız zamana değil de gelen kişiye dikkat çekmekse, cümleyi “Bize dün Ali geldi.” diye kurarsınız.
Vurgulama amacınıza uygun biçimde öğelerini sıralayıp cümle kurduğunuz zaman, karşınızdaki bunu dikkate almazsa, meramınızı algılayamaz. Veya birisi bu mantığa uygun olmayan bir sözcük dizilişiyle cümle kurduğunda, siz öğelerin sırasına bağlı olarak ortaya çıkan anlamı anlarsınız; aslında farklı konularda konuştuğunuzu fark edemezsiniz bile.
Birbirini anlamadan konuşmak, işyerinizdeki sohbetlerden ekranlara çıkartılan profesörlerin tartışmalarına kadar, memlekete iyice yayılmış durumda. Sosyal medyada sıkça rastladığımız “sabotaj” olgusunun açıklaması da herhalde bununla ilgilidir. Bir paylaşımın altına, oradaki asıl konuyla ilgisiz bir yorum yazılıyor. Başka biri de, asıl konu oymuş gibi yorum yazanla tartışmaya giriyor. Ve bir anda, paylaşımın amacı sabote edilmiş oluyor.
Bunların dışında da dikkat çeken tuhaflıklar var. “Yani” sözcüğünün yersiz kullanımı, ikide bir “sıkıntı yok” veya “sıkıntı var” denmesi, Türkçeyi sonradan öğrenen yabancıların İngilizcedeki “to be” kullanım alışkanlığını çağrıştıran “olmak”, “var”, “yok” sözcükleriyle metnin doldurulması… Birkaç yıldır en çok dikkat çeken ise, “bekliyor olacağım” türünde sözlerin kullanılması.
İLETİŞİMDE ENFLASYON
Açıktır ki, bunlar, son on yıllarda toplumsal yapıdaki ve iletişim biçimindeki dönüşümlerle ilişkili sorunlar. Hatta “sorun” bile demeden, herhangi bir önyargıya kapılmadan, Erich Fromm’a benzer bir anlayışla konuya eğilmek gerekir. Belki iyimser tespitlerin de yapılabileceği bir meseledir bu. Her şeyden önce, sesini duyuran insanların katbekat çoğalmasının doğal sonucu denebilir.
Bunlar akademik çalışma gerektiren konular. Sadece gözleme dayanan sözlerimiz, tahminden öteye geçemez. Ama güçlü tahminlere uygun durumlar da var. Örneğin “bekliyor olacağım” türü ifadelerin yanlış kullanımına, genellikle iyi eğitimli kesimde rastlanıyor. “Kötü çeviri metin” duygusu veren bu sözleri edenler, başlangıçta galiba sadece İngilizce eğitim alanlar (hazırlık sınıfında okuyanlar) arasında yaygınlaşmıştı.
Öyleyse, “yabancı kaynaklardan yararlanarak düşünenler çoğalıyor” gibi bir yorum yapılabilir mi? Yoksa, “Memleketin en yoğun eğitim alan kısmında, düşünmek için uğraşma eğilimi pek yok” gibi bir sonuç mu çıkarmalıyız? “Sadece okul ödevi veya çevirmenlik gibi işlerde karşılaştıkları kaynakları ezberlemenin ötesinde bir uğraşları yok” demek daha mı gerçekçi olur?
En net gözlenen durum ise, hep birlikte, gittikçe büyüyen bir “Ekşi Sözlük” ortamında yaşıyoruz. “kanaat belirtmenin” “düşünmek” yerine geçtiği bir iletişim kültürünün içindeyiz.
Ama bunu tartışmak için, öncelikle “kanaat”, “düşünmek”, “iletişim” gibi kavramların tanımında anlaşmamız gerekiyor. Belki bir fırsatını buluruz.