Doksanlı yıllarda iş dünyasından akademiye, sol-sosyalist çevrelerden burjuva basının köşe yazarlarına hemen her yerde karşımıza çıkan bir kavram vardı: Küreselleşme.
Tartışmalı bir kavramdı. Tartışmanın bir ucunda bu kavramın yeni olarak gündeme getirdiği olguları tümden reddedenler yer alıyordu. Diğer uçta her şeyi “küreselleşme” ile açıklayıp, arkaik görülen “emperyalizm” kavramını gömenler vardı.
Liberal cenah, adına Yeni Dünya Düzeni denilen evrede, dünyanın bilgiyle, teknolojiyle, “ulusal yükten kurtulmuş” sermaye ve emekle bütünleşmesini büyük bir fırsat olarak görüyordu. Reel sosyalizmin yenilgisine eşlik eden zafer ortamı da tüm bu iddialara aradığı zemini sunmaktaydı. İşte bu ortamda “küreselleşme” her kapıyı açan bir maymuncuk gibiydi.
Ne ki zafer sarhoşluğu uzun sürmedi, hevesler kursakta kaldı.
11 Eylül’le başlayan savaşlar ve kaotik dinamikler süreci, tüm o bütünleşme iddialarını boşa çıkarttı. Maymuncuk sessizce kenara kondu.
Devamında emperyalist hiyerarşideki yeni güç dengelerinin, fırsat olarak kollanan kimi “boşlukların” ve belirsizliklerin dünyasında, her tür ve boy sağcının, liberal amentülü hükümetlerin yeni bir maymuncuk türetmesi zor olmadı.
Banal bir milliyetçilikten demagojik bir “antiemperyalizme” uzanan yeni maymuncuk pek tuttu.
Dünyanın derdini sırtlanan(!) ABD’yi, yoksulluğunun nedeni olarak gören Trumpçı Amerikan vatandaşı ile “bizi kıskanıyorlar” diyen AKP seçmenini birleştiren “global örüntü” böyle oluştu.
Elbette bu global örüntü, mevcut benzeşme potansiyeline karşın her yerde kendi iç dinamikleriyle özgülleşti. Türkiye gibi…
Yeni-Osmanlıcı emperyal heveslerin, bölgede kaptırılmak istenmeyen kimi iddialarla, boşlukları kurcalayan Rusya-Çin yakınlaşmalarıyla sürdürülebildiği uluslararası zemin, hızlıca ideolojiler alanına demagojik bir anti-emperyalizm olarak tahvil edildi.
Burada egemen ideolojinin hizmetine koşulan şey, geçmişin puslu-küflü “bizi bölmeye çalışıyorlar” hezeyanlarından farklı olarak bir gözünü bölgedeki fırsatlara diğer gözünü “bizi çekemeyenler, mahvetmeye çalışanlar var” diyerek emperyalist odaklara çevirmiş bir ruh hali, zihniyet endüstrisidir.
Anti-emperyalizmin maymuncuğa çevrildiği yer burasıdır.
Perinçek’in, Aydınlık’ın, Soner Yalçın’ın, Milli Mutabakatçı bilumum siyasi figürün aç-kapa çıkışlarına alet olan “anti-emperyalizmdir”.
Peki hal böyleyken sosyalist hareket, tüm bu bulamacın içinden nasıl sıyrılacaktır?
İşin aslı kimilerine göre “gerçek anti-emperyalizm o değil, bu” diyerek devrime uzanan yolun stratejik hattını buradan kurmak gerekmektedir. Nitekim önceki yüzyılın anlı şanlı devrimleri tam da anti-emperyalist ve savaş karşıtı kuşatıcı paradigmaların içinden doğmamış mıdır?
Akla ve kitaba çok uygun görünse de kazın ayağı pek öyle değildir. Oldukça nazik bir konu olduğu için adım adım gitmekte fayda var:
1. Anti-emperyalizm, sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada sosyalist ve devrimci hareketlerin en önemli ilkelerinden ve ideolojik tutumlarından biridir.
Anti-emperyalizm ilkeseldir; çünkü emperyalizm tüm yönleriyle hemen her coğrafyada emekçilerin, geniş halk yığınlarının daha yoğun biçimde sömürülmesi anlamına gelir.
Üstelik günümüz dünyası geçen yüzyıldan çok daha fazla emperyalizmin temel özelliklerini sergilemektedir. Bu bağlamda emperyalizm, kurumlarla, sözleşmelerle, yaptırımlarla, huysuz ama tam entegre hükümetlerle vs. geçmiştekine göre çok daha fazla içselleşmiş bir dış olgudur.
2. Ne var ki anti-emperyalizmin ilkesel olması, onun her durum ve koşulda bir stratejik ana hat olarak, geniş yığınları düzen karşısına taşıyacak “kucaklayıcı paradigma” olarak belireceği anlamına gelmez.
Zira böyle olsaydı, ülke, özgüllük, tarihsellik, iç dinamikler, ideolojik atmosfer gibi başlıkları taktik ve stratejiye bağlayacak tüm hamleler gereksiz olurdu.
Zira böyle olsaydı, yerkürenin önemli bir bölümünde “kahrolsun ABD” demek bir devrim stratejisi için yeterli olurdu.
3. Bugünün Türkiye’sine, AKP rejimine, “iktidar blokuna”, sınıflar mücadelesinin güncel dolayımlarına bakarsak, anti-emperyalizmin, tüm bu düğümü sosyalistler lehine çözecek, ona kitleselleşme kanalları açacak biricik anahtar olduğunu söyleyemeyiz.
Dahası yukarıda bahsettiğimiz “global örüntü” tek adam rejimlerinin “resmi ideolojisi” mertebesine yükselirken aynı cepheye bir de “sosyalist bir renk” katmanın ülkedeki sınıflar mücadelesiyle uzaktan yakından alakası yoktur.
Atanmayan genç öğretmene, işsizlikten kendini yakmak isteyen yoksula, merdiven altı atölyede ömür tüketen emekçi kadına, pazara çıkıp iki fileyi zor dolduran garibana anti-kapitalist/halkçı bir stratejiden çok NATO, ABD, AB karşıtlığıyla gitmenin kolaycılığından bahsediyoruz.
Birileri sabah akşam “düşman ABD-Atlantik hattından” bahsederken, birileri ona buna nota verirken, birileri “Eyyy Amerika, Eyy Merkel” diye höykürürken “aslında antiemperyalizm…” diye başlayan itirazın rejimle nasıl da kolaycı bir sessiz ittifak ördüğünden bahsediyoruz.
Ve son olarak…
At izinin it izine karıştığı bir ortamda antiemperyalizm, anti-kapitalist/halkçı ve faşizme karşı özgürlükçü bir siyasal stratejiyle kuşatılmadığında boş slogancılığın ötesine geçemeyecektir.