Maskeler

“İşte Bu” diyordu Atatürk’ü ve devrimlerini sahiplendiğini iddia eden gazete. “İşte Bu” dediği, Atatürk’ün siluetinin, Atatürk Orman Çiftliği üstüne kondurulan bin odalı sarayın tepesinde 300 İHA ile boy vermesiydi.

Görenlerin  “Milli günde böyle birlik olunur” dediğini de ekliyor ve bir “milli gurur” olarak gazetenin tepesinde bayrağı dalgalandırıyordu.

Alkışlar, sarayın içinde oturan Cumhurbaşkanına yükseliyordu manşetten. 

Atatürk’ün, televizyonlar, gazeteler, yazarlar ve yayınevleri için yok satan bir pazar olduğu çok hızlı keşfedilmişti.

Kaleminden defterine, çay bardağından kahve fincanına, duvar saatinden saç bandına kadar seri üretim duygu sömürüsü, “Cumhuriyet ve Devrimler ortadan kaldırılıyor ”çağrılarıyla, yüzbinlerce insanın cebi “ne kapsak kardır” anlayışıylatırtıklanıyordu. Vatandaşa ise bunun karşılığında taşıyacağı bir “gurur”, bonus olarak veriliyor ve bu “gurur”, görevini yerine getirmiş bir “Atatürkçü” olmanın iç rahatlığı ile son buluyordu. En azından bir sonraki görev çağrısına kadar!

Bir kitabı, 1881 adet  “özel baskı” adı altında 2 bin 500 liraya piyasaya sürüp, bir günde yok satmasındaki o sihir, oluşturulan pazarın nasıl her şeye müsait hale getirildiğini de gösteriyordu.  “Uyandırmayın kerizi” pazarı boşluk tanımıyordu.

“işte Bu” diyordu gazete.

“Göz yaşartan tablo”sunu gösteriyor,  “sonunda iktidar da anladı gerçeği” sosuna bandırıp okuyucusuna tattırıyordu. 

Öyle ya, iktidar her şeyi de kötü yapmıyordu, iyi yaptığı şeyler de vardı ve Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek gerekiyordu ve bu hak her zaman “beka” nındı.

Roboski’de bombalanan Kürt köylüler söz konusu olunca, hemen Sezar’ın hakkı bir kenara ayrılıyor ve “ey kaçakçı” denilerek paramparça edilmiş köylülere “oh” oldu demenin bir yolu bulunuyordu. Aradan yıllar geçiyor, villasına eklediği kaçak yapısı açığa çıkınca “vay” diyerek efeleniyordu. Şanslıydı, tepeden bombalanmamış, paramparça edilmemiş, sevdiklerinin parçalarını toplamak zorunda kalmamıştı. Yıkılan sadece dört duvar betonuydu.

Ülke yağmalanmış,

Talan edilmiş,

Hukuk mafyalaşmış,

Adalet haraca bağlanmış,

Devletin her kurumu tarikatlara pay edilmiş,

Gazeteciler cezaevlerine doldurulmuş,

Televizyonların kapısına kilit vurulmuş,

Seçilmişler cezaevlerinde rehin alınmış,

Halkın iradesi gasp edilip, yerine kayyumlar atanmış,

Mafyası, çetesi, arsızı, hırsızı, yolsuzu iş adamı yapılmış,

Peşkeş çekilmemiş dağ, tepe, orman, yayla, ova kalmamış,

Ama “İşte Bu” diyordu gazete ve ekliyordu “ Milli günde böyle birlik olunur”

Nasıl “birlik” olunması gerektiğini tek fotoğrafla özetliyordu; Her şeyi yapabilirdi iktidar, yeter ki kravatına, Atatürk yazılı altın yaldızlı iğnesini iliştiriversindi. Tıpkı eski günlerdeki gibi.

Kenan Evren’i bir günde “ressam dede” yapan sistem, onun için de hemen kolları sıvar, mutlaka Reis’in hakkını teslim ederlerdi.

Atanan her kayyumda etmişlerdi.

Afrin için etmişlerdi.

Ailesinin gözü önünde katledilen devrimciler için etmişlerdi.

Savaş tezkerelerine kalkan ellerin içinde onların da alkışları vardı.

İslamcı çetelerden kurulan ordu, Suriye içlerine sokulurken “emperyalizme karşı savaşıyoruz” diyerek “aslan parçası” haline getirdikleri IŞİD artıkları, girilen yerleri yağmalıyor, kümeslerden tavuk çalarken görüntüleniyor, bölge halkının evleri talan ediliyor, önceden sözü verilen “ganimet payı” için “Aslan parçaları” birbirlerini paralıyorlardı.

Ama olsundu,

Varsın ülkenin meydanlarında paramparça edilmiş insan cesetleri dağ gibi yığılsındı.

Kadınlar, çocuklar katledilsindi,

Tecavüzcüler “tanırız iyi çocuklardır” korumasıyla sokağa salınsın, mafya liderleri mitingler yapıp, tehditler savursun, her saldırının, pusunun arkasından üç hilalli, Osmanlı tuğralı organize çeteler ellerini, kollarını sallayarak gezsindi. Milletvekilleri hedef gösterilsin, sokak ortasında pusuya düşürülerek “haddi bildirilsin’’, bir parti lideri linçten canını zor kurtarmış olsundu.

Ne yaşanırsa yaşansın ama yeter ki “Atatürk” densin ve kendileri de bu çürümüşlüğe, yozluğa ortak edilsindi.

“İşte Bu” seslenişinin havada yükselen çağrısı buna aitti.

Faşizme hangi maskenin geçirileceği kavgasında kopan fırtına, kimi zaman “düşman” bellenenleri yan yana getiriyor, kimi zaman başka köşelere fırlatıyor ama Türk-İslam ideolojinde mutlaka bir araya topluyordu.

Suç ne kadar büyükse, ortaklıklar o kadar “sağlam” kalıyordu sonuçta.

Zayıf olan halk ve örgütlülükler oldukça, kim yönetirse yönetsin kazanan hep kasa oluyordu.

Yükselen her sesin “terör”,

Direnen, hak arayan her inadın “birlik ve beraberliğe” düşmanlık,

Her özgürlük mücadelesinin ise “sözde” oluvermesi elbette bir tesadüf değildi. Bu onların büyük ortak diliydi.

Maskelerini çıkarıp aynı masaya oturduklarını düşünün bir an.

Göreceğiniz tek yüz faşizmin yüzü olacaktır.

Yalan ve demagoji bütün maskelerin harcıdır çünkü.

Evet “İşte BU”.