Bu hafta çok farklı bir konu da yazacaktım ki, baktım olmayacak. Durmuyorlar, aklımıza beynimize saldırdıkça saldırıyorlar ve bunu yaparken ellerindeki tek şey olan din kisvesi altına saklanarak bunu yapıyorlar. Kendilerinde bazı şeyleri tabu/kutsal ilan edip, kapkara görünene ak dememizi istiyorlar...
1860 Pemberton katliamından, Soma'ya bir tarih yolculuğuna çıkalım bu hafta. Müftülüğün işçi sağlığı ve iş güvenliği alanına girmesi veya açık açık saldırması üzerine bu yazıyı yazmak "farz" oldu diyelim...
Pemberton fabrikası kazası sonrası...
Tarih 10 Ocak, 1860. Pemberton Mill, Lawrence, Massachusetts, ABD. 1860 yılının soğuk bir kış günü, içinde çoğu kadın 900 kişinin olduğu Pemberton Mill çökmüş, 145 kişi yaşamını yitirmişti. İçeride, binanın kaldıramayacağı kadar ağır makinalar bulunmaktaydı ve binanın statik sistemi yükü kaldıramayıp yıkılmıştı. Bu binayi yapan inşaat mühendisi tarafından bilinmesine ve zamanında uyarılar yapılmasına karşın, mahkeme herhangi bir suç unsuru bulmamıştı (Zin, 2005; 239).
Benzer bir katliamı Bangladeş'ta Rana Plaza olayında birebir aynen yaşadık.
Konumuzla ilgisine gelirsek; bu katliam sonrası din adamlarının inanılmaz bir performansından söz etmek gerekir. İşçilerin tepkilerini soğurmak için Soma'ya gönderilen 1500 din görevlisinden hiçbir fark yoktur. Fark 150 yıl önce olmasıdır!
Pemberton Pamuklu fabrikası katliamı sonrasında da bu olaya dair farklı farklı görüşler ortaya çıkmıştı. Bir kısım din adamı fabrika sahiplerinin Tanrı'nın yasasına karşı geldiğini ve canları kendilerine emanet edilen işçilerini korumada başarısız olduklarını söyleyerek daha “insancıl” yorumlar yapmışlar ve bunun da aslında “insanın hata yapan bir kul” olduğunu bir kez daha gösterdiğini söylemişlerdir. Theodore Parker adında bir din adamı şunları söylemektedir:
“Amerikalılar dikkatsizdir ve tedbirli davranana kadar acı çekmelidir. Doğanın yasasına uygun davran ve herşey senin için hayırlı olsun: bu tüm 'kazaların” lisanıdır” (Reeve, 2006: 154).
Charles S. Storrow isimli din adamının 145 işçinin ölümü ve yüzlercesinin yaralanmasına dair yorumları, 17 Ağustos depremi sonrasında ülkemizde gericilerin söylemlerinden hiç ama hiç farklı değildir. Storrow'a göre bu bir kaza değil Tanrı'nın işidir. Ölen veya yaralanan işçiler günahlarının bedelini ödemişlerdir. Tanrı, Lawrence kentinde daha iyi ve daha kötü vatandaşları arasındaki farkları, farklı karakter özelliklerini ortaya çıkarmak suretiyle, kendi lütfuyla bu olayı gerçekleştirmiştir. Kendi düşüncelerine dayanak oluşturmak için, insanların acılarını unutmaya çalışmalarını bile kullanan bu yobaz, kurbanların mizaç ve karakterlerinden ne kadar da emin olduğuna ispat için olaydan bir ay kadar sonra olay yerinde inceleme yapan bir araştırma komitesi üyesinin sözlerini dayanak gösterir. Komite üyesi, kazazede işçiler ve ailelerinin “şikayet etmeyen, sabırlı ve neşeli” tavırlarına hayret etmektedir ve bu Storrow açısından “en dikkat çekici olayların, en dikkat çekici özelliklerinden birisidir”.
Her türden iş cinayetinin, ekonomik krizin, işsizliğin hep kötü yola düşmüş, hak yolundan ayrılmış olanlara verilen bir ceza olduğunun sıkça dile getirilmesi pek yaygındır. Örneğin İngiliz işçi sınıfı tarihinin önemli isimlerinden Thomas Mann, Selamet Ordusu’nun toplantılarına katılırdı. Burada işsizliğin nedeni olarak görülen alkol lanetlenirdi (Mason, 2009: 148). Kuşkusuz o yıllarda Londra bir ekonomik krizin içindeydi ve "günahkar" olmayan, ağzına alkol koymamış işçiler de krizin gazabına uğramıştı!
Storrow'la benzer düşüncede olan bir başka din adamı Byrnes ise, kurbanlar için toplanan yardımlara atıf yaparak, bu kötü talih ve korkunç krizin, kentin kurucularının daha önce benzeri görülmemiş cömertliğini ortaya çıkarmak için bir fırsat yarattığını söyler ve gerek yardım komitesini, kentin kurucu 'baba”larını ve lütfedip zayıf ve aşağı kişileri de Tanrı'nın kutsaması için dua eder (Reeve, 2006:154).
Gelelim Türkiye'ye
Yazı konumu değiştirmeme neden olan ve yine uzun uzun yazmama neden olan iki haberle başlayalım, daha doğrusu önce sermaye sınıfının bizzat kendisine sözü verelim, sonrasında da sözü ustaların tabiriyle "cübbesi içinde jandarmalık yapan"lara:
1. Sendika Haramdır diyen patronun işyerinde iş cinayeti
Haber portalımızda yayınlandı (http://ilerihaber.org/tuzlada-is-cinayeti-makineye-sikisarak-oldu/7533/). Tuzla’da Deri Organize Sanayi Bölgesi’nde kurulu bulunan ve daha önce de benzer iş cinayetlerinin yaşandığı İSKEFE DERİ isimli firmada Eyüp Yılmaz isimli işçi makineye sıkışarak feci bir biçimde hayatını yitirdi. Bu işyeri daha önce de iş cinayetleri ile gündeme gelmişti. Bursa ve Gerede’de de tesisleri bulunan firmanın Bursa tesislerinde iki ay önce bir işçi daha elektrik çarpmasından ötürü yaşamını yitirmişti. Buraya kadar artık kanıksadığımız şeyler, haberi yazımızın konusu yapan ise işverenin açık açık sendikayı haram ilan etmesi. İşçiler kazanın yaşanmasının sebebini usta makinecilerin işyerinde olmamasından kaynaklandığını düşündüklerini belirtirken, işverenin daha önce sendika karşıtı açıklamalarının bulunduğu ortaya çıktı. 2008 yılında işyerinde DERİTEKS sendikasında örgütlenen işçileri işten atan işveren, “sendika haramdır, günahtır. Sendikalı olursanız, fabrikayı kapatırım” diye tehdit ettiği öğrenildi. Dikkat ederseniz, sendika komünistlerin işidir, kötülük yuvasıdır, sizi kullanıyorlar vb. söylemleri by-pass edip, doğrudan "haram"dır diyerek kestirmeden gitmeyi tercih etmiş bir sermaye sahibi var karşımızda
2. İstanbul Müftülüğü'nün yayınladığı skandal hutbede "Aşırı tedbir Allah’a güveni sarsar"
Sıra cübbesiyle, bizim alanımıza giren müftülükte! Yine haber portalımızda ve pek çok yerde yer alan, çoğu kişinin de ilgisini çeken bir haber (http://ilerihaber.org/is-cinayetlerine-tedbir-allaha-guveni-sarsar/7532/):
"İstanbul Müftülüğü'nün yarın için hazırladığı Cuma Hutbesi'nde iş cinayetleri için, “Buna rağmen başına bir sıkıntı gelirse ‘Eğer şöyle yapsaydım şöyle olurdu’ deme! Fakat ‘Allah’ın takdiridir ve O ne dilerse o olur’ de.” ifadeleri kullanıldı. “Allah’ın izni olmaksızın hiçbir musibet başa gelmez" ifadelerinin geçtiği hutbede tedbirler alınarak yapılan işlerde sorunların ortadan kalkacağı veya en aza ineceğinin kuşkusuz olduğu belirtilse de, son bölümünde önlem alırken ölçüyü kaçırmanın Allah’a güveni sarsan bir davranış olacağı ileri sürüldü. Hutbede “Kul olarak üzerimize düşen görevi yapmış olmamıza rağmen her zaman arzu ettiğimiz neticeye ulaşamayabiliriz. Artık ‘Rabbim neylerse güzel eyler’ deyip onun hikmetine ve hükmüne rıza göstermeliyiz” dendi."
ve sayısını hatırlayamadığımız "iş kazaları işin fıtratında var" ifadesi yer alan AKP'lilerin haberleri...
Müftüsü, imamı, özetle "ideolojik meslekler"
Hükümetin binlerce polisinin ardından, Diyanet işlerinin Soma katliamı sonrası bölgeye 1500 din adamını göndermesi, "ya bu kadar uğraşacağınıza gerekli önlemleri alsaydınız veya acil durum kurtarma ekiplerini hazır bulundursaydınız" dedirtiyor insana. Ama altını çiziyorum İNSANA! Zira insanlaşma sürecini tamamlayan veya bu yolda yürüyenler, sorguluyor, soru soruyor, tartışıyor, karşı çıkıyor direniyor... İnsanlık direnmesin diye de kimi zaman sopa, kimi zaman "ideolojik meslek"ler işin içine giriyor. Haluk Yurtsever Marx'tan tam da konumuza uygun şekilde aktarıyor:
"Marx, 'toplumun en yüksek mevkilerinde bulunan' üretken olmayan 'meslek' sahiplerine nefretini dile getiren Adam Smith'in bu konuda yazdıklarını, 'henüz toplumun tümünü, devleti vb. kendine tabi kılamamış olan devrimci burjuvazinin dili' olarak değerlendirdikten sonra yargıç, subay, rahip vb. için ilginç bir terim kullanmıştı: 'İdeolojik meslekler!' Burjuvazi devleti devraldığında, 'ideolojik öğretileri de kendi mayasından kendi doğasından birileri olarak tanıyıp kabul etti ve onları her yerde kendi memurları haline dönüştürdü." (Yurtsever, 2011: 115)
Evet, cuma hutbesi yayınlayan müftüler, Soma'ya gönderilen 1500 din adamı, sermaye düzenini tehdit edecek işçi sağlığı ve iş güvenliği mücadelesine karşıdırlar! Evet bunun için çalışmakta, emekçi halkımızın saf ve çoğu zaman temiz inançlarını açık açık kullanmakta, gerçeklerin üstüne kalın ve tozlu bir perde çekmeye çalışmaktadır.
Laiklik ile iş güvenliği, ne alaka kardeşim!
Burjuva ideolojisinin en büyük başarılarından biri, gerek toplumsal algıda, gerekse de sosyal bilimlerde (veya genel olarak akademi alanında) ekonomiyi ve siyaseti tamamen birbirinden bağımsız, yalıtık alanlar olarak göstermesidir. Dolayısıyla biz, TV izlerken ABD Merkez Bankası'nın açıklayacağı işsizlik oranlarının dolar/euro paritesine etkisine odaklanırken, işsizlik yaratan ekonomi politikalarının, bizzat adı üstünde siyasetin bir parçası olduğunu unuturuz. İşçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda da neredeyse aynı şeyler söylenebilir. Sorun tek başına AKP'nin gerici politikaları veya dinsel gericileşme ile açıklanamaz. Sömürü ilişkilerinin doğası, kendi ürününe, kendi yaşamına yabancılaşmış, kendi iradesi dışındaki süreçlere tabi olmuş milyonlarca emekçi yaratmıştır. Üretim çarklarının, işçiyi bir insan yerine, meta haline getiren, işin özü onu makinanın dişlisi haline getiren yapısı, emekçiyi gündelik yaşamda her türden kaderciliğe meyilli kılmaktadır. İşte kapitalizm budur... Laiklik, aydınlanmanın sonucu ve aynı zamanda onun bir parçasıdır. Laik düşünce "gerçek olan somut gerçekliktir" yalınlığına ilk adımdır, laiklik "önce söz vardı" yerine "önce elimle tuttuğum, benden öncelerinin tuttuğu, onların dokunduğu ve benim dokunduğum vardı" diyebilmek için ilk adımdır.
Öte yandan kadercilik, fıtrat vb. söylemlerin işçi sağlığı ve iş güvenliğine sızmasına biraz daha odaklanmakta yarar var. Mesele şu; iş cinayetleri yerine "kaza" dediğiniz zaman, kader, fıtrat ve inanç dünyasına geçiş bileti alıvermiş oluyorsunuz...
Hatırlamakta yarar var, kaza, kader, fıtrat: Gericiliğin işçi sağlığı ve iş güvenliği alanına sızması
Daha önceki bir yazımda çok ayrıntılı ele almıştım (http://ilerihaber.org/yazarlar/emre-gurcanli/emegin-sagligi-ve-guvenligi/42/) o yüzden burada kısaca geçiyorum:
“İş kazası” kavramının, yerli yerine oturtulması ve gündelik siyasette “iş cinayeti” kavramıyla örtüştürülmesi, salt siyasal değil aynı zamanda felsefi bir tartışmayı da gerektirmektedir. Ayrıca vurgulanması gereken bir başka husus ise genel olarak kapitalist toplumda kabul gören kaza ile iş kazası kavramını birbirinden ayırarak tartışmak gerektiğidir. Zira, "iş kazası" belli bir hedefe dönük olarak örgütlenmiş (kapitalist üretim) bir iş örgütlenmesi içinde ve aynı zamanda o işin yapılması için toplumsal örgütlenme boyutunun da etkisiyle gerçekleşen olaylar zinciridir. “Kaza, kader, bu işin doğasında var” gibi kavramların, sıkça dillendirildiği, dinci gericiliğin her alana nüfuz ettiği ülkemizde, “iş kazası”, “kaza” ve “toplumsal yarar” kavramlarını tartışmak, tartıştırmak ve bir arada düşünmek işçi sınıfı mücadelesinde önemli bir yere işaret edecektir.
Yine bir başka alıntı:
"İşyerinde gerçekleşen bir yaralanma (veya ölüm) kaza sonucu gerçekleşmiştir dendiğinde, zımni olarak kasıtsız bir oluştan söz etmiş oluruz. Hakim terminoloji sermaye sahibinin ölüm ve yaralanmalardaki sorumluluğunu bağışlamış olur bir bakıma, zira onlar işçiyi yaralama niyetiyle bir eylemde bulunmamışlardır."
"Üzerinde uzlaşılan bir başka konu da pek çok kaynakta defalarca vurgulandığı üzere iş kazalarının yüzde 98’inin önlenebileceğidir. Bu nereden çıkmıştır? %2 kesinlikle önlenemez mi? Biraz üzerinde duralım bakalım, aksi takdirde herşeyi o %2’nin içine sokan ve buna “kaçınılmazlık”, “kader”, “beklenmedik olay”, “kötü talih” diyenlerin tarafında olmak son derece kolaydır. "
"1930’larda tanımlanan Domino Yaklaşımı kazaların yüzde 88’ini insanların güvenli olmayan davranışlarına (güvensiz hareket); yüzde 10’unu güvenli olmayan eylemlere (güvensiz koşullar) bağlarken; geriye kalan yüzde 2’sinin ise “Allahın işi-takdiri-” “Acts of God” olduğunu varsayıyordu. Böylelikle yüzde 2’sinin nedeni açıklanamayan iş kazalarının önlenebilirliğini tartışmak da mümkün olamayacaktır. “Tahmin edilemezlik”, “beklenmeyen olay”, “kader”, “takdir-i ilahi”... Mutlaka insanın müdahale edemeyeceği bir alan olduğu varsayıldığında çok güzel bir kaçış noktası yaratılmaktadır. "
Aydınlanma ve laiklik mücadelesi olmadan işçi sağlığı ve iş güvenliği mücadelesi olur mu?
İş cinayetlerinin kapitalist üretim ilişkilerinden kaynaklanan temel nedenlerine dair, pek çok çalışma, tartışma var. Ben burada bir başka önemli nokta vurgulanmalı: Neden işçiler bizzat ölümlerine ve kalıcı sakatlıklarına yol açan bu alanda bu kadar duyarsız, çoğu kez kaderci ve olayları kabullenmiş bir durumda? Neden bu başlık bir mücadele başlığı haline gelmemiş? Yalnızca bilgisizlik, bu alanda çok fazla okumamışlık diyebilir miyiz bu kabulleniş ve duyarsızlık...
Bu bakımdan dincileşme ve gericileşmenin, bu duyarsızlık ile ilişkisi irdelenmeli, iş kazalarına ilişkin olarak "kader”, "kaçınılmazlık” gibi söylemlerin, gerek işçi sınıfı içinde toplumun genelinde de daha önce hiç olmadığı kadar gündelik söyleme nasıl sızdığı tartışılmalıdır. “Bu işlerin kaderinde bu kazalar vardır“ dediğiniz anda, yüzlerce yıllık aydınlanma birikimini bir kenara atmış olursunuz. Keza işyerlerinde baskıcı yapıyı kabul eden, iş kazasına uğrayan işçinin üzerine gazete örtülüp orada dururken çalışmaya devam eden (bu olay Tuzla’da yaşanmıştır) işçi acaba sınıfın bir bireyi olan işçi midir yoksa, kendisini bir "cemaat"in bir bireyi gibi mi düşünmektedir?
Bu cemaat kimi zaman bir dinsel yapı, kimi zaman hemşehrilik ağı, kimi zaman da, özellikle inşaat sektöründe olduğu gibi, bir aile yapısı olacaktır. Bu ilişkiler ağı içinde en önemli unsurlardan birisi de "baskıcı" karakterdir, örgütlenme başkaldırmanın yerini, boyun eğme ve geleneksel kurallara bağlılık (dinsel, bölgesel, ailevi vb.) almaktadır. Kapitalizm günümüzde, kapitalist toplum öncesindeki ilişkiler ağını gericilik ile yeniden üretmekte ve baskıcı emek rejiminin garantisi olarak kullanmaktadır.
Emek ve sermaye arasındaki ilişkilerin belirlenmesi ve yeniden üretiminde, her ikisi de birer üstyapı kurumu olan din ve hukuk kurumunun el ele vermesi ve açık bir sermaye taraftarlığı yapabilmesi, tamamen sınıf mücadelesinin o anki durumuyla, bir başka ifadeyle işçi sınıfı mücadelesinin gücüyle ilişkilidir. Sermaye sınıfı elini rahat hissettiğinde tüm kurumları, kapitalizmin yeniden üretimi için hazırdır. Yukarıdaki paragraflar bize Tuzla'da, kaçak maden ocaklarında, bazı inşaat projelerinde çalışma sırasında yaşamını yitiren işçiler için teklif edilen ve "kan parası" olarak anılan "yardım"ları akla getirecektir. Maalesef çoğu işçi ailesi için bu paralar can simidi olmakta, eşlerinin, kardeşlerinin patronlarına şükretmektedirler bu kan parasını ödedikleri için.
Medyadan takip edilmiştir, ama edilmediyse de anımsatmakta yarar vardır. 14 Mart 2013'de merkez Yüreğir İlçesi Keresteciler Sitesi'ndeki Koç Plastik'te meydana geldi. İlkokul 7'nci sınıf öğrencisi Ahmet Yıldız, okuldan arta kalan zamanlarda plastik fabrikasında çalışmaya başlar, yaklaşık 2 ay çalışan Ahmet Yıldız'ın başı, numuneleri almak isterken plastik enjeksiyon makinesine sıkışır, yaralanan çocuk, işyeri sahibi Ali Koç tarafından Adana Devlet Hastanesi'ne götürülür ve "trafik kazası geçirdi" denir. Ancak doktorlar bunun trafik kazası olmadığında hemfikirdir, polise haber verilir ve çocuğun patronunun ifadesi alınır ve patron itiraf eder: "Pres makinesinden çıkan numuneleri alırken kafası sıkıştı. Yaralanınca hastaneye getirdik."
Hazırlanan bilirkişi raporunda işyeri sahibi için "tam kusurlu" raporu verilir. Ancak baba 51 yaşındaki Mustafa Yıldız maddi ve manevi zararlarının karşılandığını belirterek sanıktan şikayetçi olmaz ve şöyle der:
"Oğlumu Allah verdi, Allah aldı. Eceli öyledir, kaderi öyledir. Yapılacak bir şey yok. Bir düşmanlığımız, bir husumetimiz yok. Allah'ın emrine ne diyebilirim. Şikayetçi değilim. Allah onun işini gücünü rast getirsin. O da böyle olmasını istemezdi." (Radikal Gazetesi, 24.05.2013).
http://www.radikal.com.tr/turkiye/oglunun_olumunden_sorumlu_patrondan_sikayetci_olmadi-1134821
Tartışılabilir, ama laiklik aynı zamanda baba oğul sevgisinin arasına hiç bir ilahi gücün girmemesidir, araya yalnızca anneler girebilir...
Egemen dil fıtrat der!
İş Güvenliği alanından bir örnekle devam edebiliriz. İşyerlerinde "ramak kalma"lar son derece önemlidir, yani bir "kaza" tam olacakken olmamış, önlenmiş bir şekilde kurtulunmuştur, dolayısıyla sonraki olaylar için ders çıkarmak için bir fırsattır. Biz bunları "ramak kala olaylar" olarak değerlendirir, gelecekte benzer olayların olmaması için çalışırız, ama bilinçsiz bakış açısı "verilmiş sadakamız varmış" diyerek geçiştirecektir.
Burada egemen sınıf tarafından sürekli kullanılan dil ve kavram kümesi son derece önemlidir ve özellikle olaylar gerçekleştikten sonra bu dil kendisini gösterir. Kaybedilen hayatların unutulup gitmesini dileyen, ölümleri kader, Allah ile kul arasında, doğal felaket vb. durumlar ilan eden söylemleri, etkili önlemler almaktan çok temennide bulundukları izlenimi verir.
"Son cenaze de çıktı artık. Şu andan sonra olay hafiflesin diyoruz. Gündeme getirmeyelim." (Maden faciasında Zonguldak Valisi Erol Ayyıldız, 12 Ocak 2013)
"Madencinin kaderi bu." (17 Mayıs 2010'da Zonguldak'ta yaşanan ve 30 madencinin hayatına mal olan iş cinayetinin ardından Başbakan Recep Tayyip Erdoğan)
"Derelerin intikamı." (Belediye başkanı olduğu dönemde ıslah edilen Ayamama Deresinin taşmasıyla 6 kadın tekstil işçisinin hayatını kaybetmesi üzerine Başbakan Recep Tayyip Erdoğan)
Söylem analizi yapıldığında buraya kadar yazılanlar bir kez daha kendisini göstermekte, toplumsal ölçekte "iş kazası" kavramı sürekli yeniden üretilmekte ve bunun "kader", "üretimin doğasından kaynaklı", "insan hatası" olduğu sürekli vurgulanmaktadır. İşveren kusurlu olsa dahi bir cinayetle kıyaslandığında toplumsal algıda suçu ihmal edilebilir bir düzeye gelmekte, hatta "işveren" (adı üstünde iş vermekte, ekmek sağlamaktadır) mağdur konumuna getirilmektedir.
Kısacası gericilik, geri bir üretim sistemi olan ve insana, insanın kendini yeniden üretmesine karşı olan kapitalizmin her çarkının arasından fışkırıp karşımıza çıkmakta, cübbelinin birisinin çıkıp "kader" demesi hiç de yadırganmamaktadır.
Son söz yerine
Fatih Yaşlı twitter hesabında yazdı, ne güzel de yazdı:
"laiklik orta ya da üst sınıfların ideolojisi değildir.onlar yoksulları yönetebilmek için dine ihtiyaç duyarlar.laiklik en çok yoksula lazım."
Evet, laiklik ve aydınlanma yaşam mücadelesi içindeki emekçiye lazımdır, üretim sürecinin her alanında! Laiklik ve aydınlanma mücadelesi olmadan da, sınıf mücadelesinin temel başlıklarından işçi sağlığı ve iş güvenliği mücadelesi vermek de imkansızdır! Laikliği "elit kemalist orta sınıf" söylemi olarak nitelendirenleri ise Soma ve diğer kömür madenlerinde çalıştırmak pekala düşünülebilir(!)
Kaynaklar (İnternet Kaynakları Metin İçinde Verilmiştir)
Mason, Paul, (2009). Çalışarak Yaşamak ya da Savaşarak Ölmek-Küresel İşçi Sınıfı Nasıl Oluştu?, Yordam Kitap, İstanbul
Haluk Yurtsever, 2011. Kapitalizmin Sınırları ve Toplumsal Proletarya, Yordam Kitap.
Herkes iş kazaları hakkında konuşabilir mi? İşçi sağlığı ve iş güvenliği mücadelesi, aydınlanma mücadelesi olmadan başarılabilir mi? Gürkan Emre Gürcanlı,( 2013). Bir Cinayetin Öyküsü, Yazılama Yayınevi kitabı içinde
Reeve, P., (2006) Disaster, Meaning Making and Reform, Working Disasters-The Politics of Recognition and Response içinde, ed. Tucker E., Baywood Pub. Amityville, New York
Zin, H., (2005). A People’s History of the United States, 1492-Present, Harper Perennial Modern Classics, HarperCollins Pub, NY.
Ayrıca şu kaynaklara bakılabilir
Demireli, P.M, 2013, İş Cinayetleri Üzerine Bir Söylem Analizi, İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Yerel Sempozyumu ve Sergisi 15-16 Mart, 2013, Bildiriler Kitabı
Durak, Y., 2011. Emeğin Tevekkülü-Konya’da İşçi-İşveren İlişkileri ve Dindarlık, İletişim Yay., 1. Baskı İstanbul.
Emiroğlu C. ve Koşar L. (2012) İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu Üzerine, Mesleki Sağlık ve Güvenlik Dergisi, Türk Tabipler Birliği, Sayı: 43