“ Burada Voltaire, Rousseau adlı zındıklar ve onlardan beter ukalalar, peygamberlere sövmek, büyükleri zem etmek, bütün dinleri kaldırmak, cumhuriyet ve eşitliği ima etmekten ibaret birtakım kışkırtıcı düşünceler yaymışlardır. Aslında fitne ve fesattan başka bir şey olmayan bu düşünceler -frengi hastalığı gibi- halkın beyinlerine işlemiştir. İşin garip yanı, halk da rağbet etmektedir bu tür düşüncelere….”(1) (Sene 1789. Sözler Osmanlı’nın Dışişleri Bakanı Atıf Efendi’ye ait)
Atıf Efendi’ye bakılırsa bu zındıkların (allahsız) tüm işi eşitliği yayan bir din karşıtlığıdır. Peki yüzyıllar sonra bugün, bizim de işimiz din mi ya da aslında ‘işimizi gücümüzü bırakıp ateizm propagandası mı yapacağız’? Kuşkusuz hayır.
Evet din, insanlara paramparça olmuş, her adımı kaygan zemine dönüşmüş bir dünyada, içsel bir tutarlılık, bütünlük hissi vermekte, uhrevi olanın sorgulanamaz ‘güven duygusunu’ sunmakta.
Evet doğrudur, din kalpsiz bir dünyanın kalbidir ve aslında ‘kalbi de olan bir dünya yaratmadan’ bu maneviyat alemiyle uğraşmanın gereği yok. Yani aslında gündemimiz basitçe ateizme daraltılamaz.
Bu nedenle bugün, laiklik mücadelesi için ana eksen, devletin, kamusal yaşamın ya da siyasetin dinselleşmesine, dinin referanslarına göre tanımlanır, ölçülür hale gelmesine ilişkin esastan politik bir itirazdır. Dolayısıyla burada konumuz manevi dünyalar değil.
İşte her şey tam da burada netleşmişken kadınlar için denilebilirse kesintisiz, esaslı bir mücadele başlığı daha belirmekte: Özel alanda da dinselleşmenin yarattığı erkek egemenliği ile mücadele…
İddiamız, dinsellik de dahil erkek egemenliğinin her türü, kadınlar için ‘kesintisiz’ bir mücadelenin konusu olmak durumundadır.
Niye kesintisiz?
Evet, kadın mücadelesinin meselelerinin bugünden yarına, bir devrime gerek kalmadan çözülemeyeceği malumunuz. İyi ama örneğin toplumdaki egemen algı deformasyonları; arzularımıza, benliğimize, hayatlarımıza uzanan tüm o eşitsizlikler, aşağılamalar, iktisadi temeli değiştirecek bir devrimden önce kenarda mı bekleyecektir? Ve asıl can alıcısı biraz kuramsal bir ifadeye başvurursak, kadın mücadelesinde süreklilik fikrini (güncel mücadele) akamete uğratmayacak radikal bir kopuşçuluk (devrim hedefi) mümkün müdür?
Bize göre mümkündür ve hatta başka türlü olamaz.
Dolayısıyla şimdiden yol almak, kesintisiz, gözü kara bir laiklik mücadelesi yürütmek zorundayız…
Bunu üstüne basa basa söylüyoruz çünkü Türkiye’de kadın hareketinin tuhaf yanlarından biri sözgelimi cinsiyetçi/eril dile duyduğu obsesyon düzeyindeki ilginin yüzde birini ‘özel alanda erkek egemenliğinin dik alasını sunan dinselliğe’ göstermemesidir.
Laiklik/Aydınlanma bizi kurtarır mı?
Aydınlanma denildiğinde düşünsel olarak hurafe, boş inanç, din karşısında aklın üstünlüğünü anlıyoruz; akıl yoluyla çözümlenen dünyayı anlıyoruz; hatta Kant’ın da dediği gibi yazgıyı reddeden insan iradesini, cesaretini anlıyoruz.
Ama…
Aydınlanmanın akıl sahibi ‘insanı’ aslında bir erkekti.
Sözgelimi Voltaire için aklın temsilcisi erkek karşısında kadın kontrolsüz duyguları, hastalıklı cinselliğiyle öne çıkmaktaydı. Yine Rousseau’ ya göre kadının aklı, felsefe ve teori kapasitesinden yoksun, çocuksu bir akıldır.
H. De Balzac için kadın taşınır bir mal, erkeğin eklentisinden başka bir şey değildi. Hatta dahası anarşizmin ilk kuramcılarından Pierre Joseph Proudhon kadınları ya ev kadını ya da fahişe olarak tanımlayacaktı.
Peki aynı tas aynı hamam mı?
Aslında tüm bu ‘tanımlama’ çabalarının geçmiş yüzyıllardan farkı, kadın ilk kez pejoratif, ahlaki bir yörüngede değil ya da din gibi sorgulanamaz denilen bir alanda değil modern siyaset kulvarında tanımlanır/sorunsallaştırılır.
Ütopik sosyalistlerin kadınlarla ilgili eşitlikçi fikirleri, Fransız devrimi günlerinde Mary Wollstonecraft’ın Kadın ve yurttaş hakları bildirgesi tam da bu sorgulamanın imkanlarına işaret eder.
Bu nedenle aydınlanma kadınlar için yeni bir dünya-tarihsel kulvar olmuştur. Kadınlar aydınlanmanın bağrında yetişen burjuva devrimlerinde yurttaşlığın kadınlar için de geçerli olup olmadığını, boşanma hakkını, siyaset yapma hakkını, eğitim alma hakkını, çalışma hakkını; dinin, hurafenin, skolastik düşüncenin yaldızlarının söküldüğü bir momentte sorgulama imkanı elde etmiştir.
Peki tüm bunlardan sonra baştaki soruya dönersek, aydınlanma/laiklik bizi kurtarır mı?
Kandiotti’nin Cumhuriyet ve kadınlar için yaptığı benzetmeyi biz de aydınlanma ve laiklik için tekrarlayabiliriz. Evet, Aydınlanma ve laiklik kadını kurtarmıştır ama özgürleştirmemiştir.
Özgürleşmek için çok daha fazlası gerekecektir. Hem bugünden yarına kesintisiz bir mücadele hem de geleceğin devriminin sihirli bir değnek olmayacağını bilerek aynı kesintisizliği devrimden sonra da sürdürmekle. Süreklilik fikrini akamete uğratmayacak bir kopuşçuluktan kasıt da budur.
Tekrar soruya dönersek; evet, laiklik bizim için bir ‘kurtuluş sorunu’dur. AKP rejiminde özel olarak böyledir; kadınlar için laiklik asla gerisine düşülemeyecek bir kırmızı çizgidir.
Laiklik kadınların kurtuluş savaşıdır…
1-Uygarlık Tarihi, Server Tanilli, Alkım Yayınevi, 2006, s.21