Tarih boyunca değiştirdiğimiz değişirken birlikte dönüştüğümüz “kent mekanı” doğal olan ile ilişki içinde olagelmiştir. Marx, kendi dönemindekilerin ötesine geçerek, kapitalist üretim ilişkileri sebebiyle insanın doğa ile ilişkisini metabolik bir ilişki olarak tanımlamış, bu ilişkinin yarattıklarını da “metabolik çatlak” olarak ele almıştı. Bugün buna “ekolojik yarılma” da deniliyor. Ve insanın doğa ile arasındaki metabolik ilişkinin akılcı bir biçimde örgütlenmesinin (yani bugün insanca yaşanabilir kentler, çevreler için hayal ettiğimizin) yolunu, sınıfsal ilişkilerin tarihsel olarak çözüme kavuşturulmasına içkin olarak tespit etmişti. O günlerden bugüne ve Türkiye nesnelliğine uzandığımızda görünen o ki ağaca, suya, parka, kente sahip çıkmak; sınıfsal ilişkilerin tarihsel çözümünde incelikli yaklaşmayı gerektiren, atlanamayacak, yüzleşilmesi gereken başlıklardır. Çünkü bugün bu topraklar için neoliberal ve İslami muhafazakar hegemonyayı ciddi boyutlarda sarsıcı nitelik taşıyan, aydınlanma, özgürlük mücadelesinin parçası olan, ilerici özellikler barındıran bir kavga konusudur. Kuşkusuz sosyalizm iddiasında işimiz, bu kavga başlıklarında diğer pek çok başlığa göre daha zordur. Konu hem sosyalist mücadele pratiği açısından görece yenidir. Hem de birbirinden bağımsızmış gibi görünen yaşadığımız mahalleler ile ortak alanlarda yaşanan sorunların, hem birbiriyle hem de daha geniş ölçekte işçi sınıfı sorunları ve mücadelesi ile bağının görünürlüğünü arttırmamız, bütünlüklü teorik ve pratik bir hat oluşturmamız önümüzde bir hedef olarak duruyor. Tabi bu hedefe giderken pratikte pek çok vaka ile sınanıyoruz. Bunlardan ağacı savunmayı içerenler; Validebağ Korusu, Çamlıca Tepesi, Fatih Ormanı, Göztepe Parkı, Atatürk Orman Çiftliği ve Kuzey Ormanları olarak sıralanabilir ve çoğaltılabilir.
Bugün bilim, ağaçların da biz insanların çok uzak akrabaları olduğunu söylüyor. İşte o uzak akrabalarımız bir şekliyle atalarımız (hayal etmesi zor olsa da) bize sayısız fayda sağlarken aynı zamanda yeryüzünün en eski, en önemli işini gerçekleştiren yapıları barındırıyorlar. Bu yapılar güneşin enerjisini kullanarak oksijen açığa çıkarıyor, enerji üretiyor. Yani ne kadar “eko-kentler”, “yeşil yapılar”, “enerji etkin taklitler” yapsak da tek bir klorofil taneciğinin becerisine henüz erişemiyoruz. Ama bugün bu taneciği taşıyan canlılara ve onların üzerinde durduğu toprağa yaşadığımız ülkede de rant ve günü kurtarma uğruna çeşitli projeler eliyle saldırılıyor. (Bugün Ortadoğu’yu düşününce belki naif kalıyor, şaşırtmıyor anlattığımız ama dedik ya biz şaşırmayı kaybetmeyeceğiz!) İstanbul kenti, ağaçlarına ve beraberinde sayısız canlıya ev sahipliği yapan toprağı ile bu rantın ve proje çılgınlığının en büyük muhatabı. İşte bu rantın önüne geçen, karşısında duranlar ise en büyük suçlu! Öylesine suçluyuz ki bir fidanı dikerken toprağa Validebağ Korusu’nda, sarılırken bir ağaca Gezi Parkı’nda. Her seferinde gazlar, tomalar ve çeviklerle karşılaşıyoruz.
İki gündür bir çoğumuz İstanbul’un ormanlarını savunmak, beraber oturup Kuzey Ormanları’nı yani bu kentin ve bizlerin geleceğini konuşmak için Belgrad Ormanı’ndayız. Mega projeleri, Kanal İstanbul’u, 3. Köprüyü, 3. Havalimanı’nı tartışıyoruz. Çünkü biliyoruz ki akıl dışı, bilim dışı projeleri gerçekleştirmeye çalışanlar, kuşları yüzlerce yıllık göç yollarından nasıl vazgeçireceğinin planlarını yapanlar, köstebeklerle uğraşanlar, su havzalarını kurutanlar, sağlam olmayan, çöküntülerin yaşanacağı yumuşak zemine uçuş pistlerini yapmaya uğraşanlar, 8 şeritli yollarla, köprülerle trafik sorununu çözeceğini söyleyenler çok uzak olmayan bir gelecekte kaybedecekler.
Bundan böyle biz yaşadığımız sürece Kuzey Ormanları’nda ve bulunduğumuz her yerde tek bir ağaca dokundurtmamanın, müzakerenin değil, müdafanın, hakkımız olanı almanın, ortak olanı korumanın yollarını aramak için bir araya gelmeli.