Kulak çınlaması ve uvriyerist sapma

İşte yine başladı… En tiz perdeden. Ve de çok uzun sürdü bu defaki sanki. 

Bakın işte, devam ediyor… Kesik kesik ama güçlü. Adımı anmakla yetinmediler herhalde bu defa, başladılar hakkımda bir şeyler anlatmaya. Uydurmaya. Atıp tutmaya. 

Çınnnnnnnnnnnnnnnn. İyice uzadı bu defa. Uzadıkça uzadı, sündü adeta. Bir uzun hava çekip bağırıyorlar galiba. 

Çın. Çın. Çın. Çın. Çın… Kısa ve kesik. İlk uzun sohbet bitti ama arada tekrar ediyorlar adımı herhalde. İlk uzun çınlamadan sonra küçük küçük çınlamalarla. At, tut, at, tut, at, tut... atıp tutmaca.

Çınnnnnnnnnn. Çın. Çın. Çın. Biri uzun, üç kısa, şifre de gönderiyor olabilirler bu defa. Teşkilattan küçük Berkay gibi biridir belki de. Şifre, parola, şifre, parola… hayrola. 

Iııh, o değil. Öldü o. Peki, kim olabilir o halde? 

Kim olursa olsun, ne olursa olsun, yakından tanıyan biri belli ki. Hatta uzuuuuun bir anlatımdan sonra adımı tekrar ederek anlatmaya devam ettiğine göre, bir hayli yakın biri olmalı. 

“Evet Ali’ydi. Şu bizim Ali canım. Fareleri reçel kavanozuna doldurarak birer birer öldürmeye başlamışlardı, hatırlar mısın? Reçel dediysem, yoğun kıvamlı marmelat gibi bir şey.  Ali’nin annesi yapmış. Göndermiş. Yüz verirsen Ali’ye,  gelir sıçar halıya. O Hisarüstü’nde kaldığımız gecekondu vardı ya, hah onun bir köşesinde unutmuşuz, dura dura şekerlenmiş, yoğunluğu iyice artmış. Tam kıvama gelmiş böyle iyice. Yenecek gibi değil, bari mezarlık olsun dedi Ali. Yakalıyorduk ama öldüremiyorduk ya fareleri. Canlı canlı gömeriz dedi hepsini. İnanılmaz bir yöntem değil mi? Tutup tutup içine attık kapana kıstırdığımız ama bir türlü öldürmeyi beceremediğimiz fareleri. Yaptık vallahi! Öldü gitti hepsi… Özel mumyalama yöntemlerinin kullanıldığı muhteşem bir fare mezarlığına dönüştü o reçel kavanozu sanki… ”

Çın, çın, çın… çınlıyor şimdi. 

Aynı evde kalmışız onunla belli ki. Ya da tanıklıklarını aktarmış birisi. Ama yanlış hatırlıyorlar ismi. Yöntem yaklaşık aynı olsa da, yanlış anımsıyor ve anıyorlar, uyduruyorlar enine boyuna, her şeyi…

Fare değil sıçandı, marmelat değil jöle. Fareler, zehirleri ve yapışkanları da yiyip iyice semirmişti. Ali değil, başka biriydi.  

Tam da emin değilim. Bilemedim, doğru hatırlıyorlardır belki…

***

Yoksa, birileri ismimi andığı için falan değil de, kulaklıkla çok avangart müzik dinlediğim için mi oluyor tüm bunlar? Çınlamalar... Gün boyu özgür doğaçlama ha… habire avangart tınılar, davullar, nefesliler, telliler, baslar... al sana, al sana, al sana! Sabahtan akşama fürülü fürülü fürülü ötüp/öttürüp duruyorlar, akşam olunca da çın çın çın çınlıyorlar. 

Bas klarinetten çıkan ince bir lâ sesi asılı kalmış kulağımın dibinde sanki. Kopup geliyor saklandığı mağaranın dehlizlerinden günün muayyen saatlerinde. Belki de bir tenorcunun ipincecik, distorsiyon soslu çığlığı. Dönüp dönüp duruyor çevresinde. Tromboncu öksürüyor sonra hemen kulağımın dibinde. Gitarist ve piyanist yırtınıyor, gitarın ve piyanonun, daha önce ses çıkarmak amacıyla pek de kullanılmamış bölgelerinde. Patlamış kalmış hepsi ruhumun derinliklerinde. Çıkmak için sırasını bekliyor yüzeye, uyarına gelince.  

Şu (ucuz) kulaklıkların marifeti diyeceğim ama kulaklıksız dinlenince de oluyormuş, baksanıza Ludwig von Beethoven beyefendiye. Yaklaşmış, yaklaşmış, yaklaşmış… tam yakalayacakken “o nota”yı, her şey birden sonlanıvermiş işte.  

Uçurumun kenarında çok hayati bir şeye tutunma isteği gibi. Rüyanın kenarında en değerli ana kavuşmak gibi. Düşersin, uyanırsın ve hiçbir şey hatırlamazsın. Bitti!

Rüyada değil de doğada “avlanmak” belki; notaların ve seslerin evrensel dünyasında, hep yeniyi, farklı farklı melodi ve ritimleri yakalama gayreti… 

Ruhun gıdası değil miydi bu yahu? Çok aç kalmış belli ki. Yemiş, yemiş, yemiş, yemiş… şişmiş.

Ah şu ruh ile bedenin dengesi. “Body & Soul”. Ruhuna o denli yüklenirsen, bedenin yahut onun bir parçası; bedenine çok yüklenirsen, ruhun yahut onun bir parçası arızalanıyor illa ki.

Hay bedenim, hay bedenim… 

Kulağımda çınlayıp duran o şarkı öyle dememiş miydi sahi? Hay bedenim, hay bedenim… böyle değil miydi? 

“Beni affet vay bedenim. Bugünkü ruhumun resmi, hay bedenim, hay bedenim. Sana saygı göstermedim, hay bedenim, hay bedenim. Seni çok hor kullandım ben. Hay bedenim, hay bedenim.   Beden ırkını seçmez can... Hay bedenim, hay bedenim. Beden dinini seçmez can… Hay bedenim, hay bedenim. Bedenin aslı ruhudur. Hay bedenim, hay bedenim. Beden ruhla iyi dosttur. Hay bedenim, hay bedenim. Bedenin kralı beyin. Hay bedenim, hay bedenim. Çok çok böbürlenme beyin. Hay bedenim, hay bedenim. Sen de bir gün topraktansın. Hay bedenim, hay bedenim. Senin gibi kimler geçti. Hay bedenim, hay bedenim. Bedenin anası kalptir. Hay bedenim, hay bedenim. Ruhla akraba olurlar. Hay bedenim, hay bedenim. Beyin girince araya. Hay bedenim, hay bedenim. İşler karışır o zaman. Hay bedenim, hay bedenim. 

Hay bedenim, hay bedenim, beni affet hay bedenim. Ruhlara selam söylersen. Bizleri affetsin bedenim. Ruhuma selam söylersen, beni affetsin bedenim… “ (*)

Bedenim, kulağım, benliğim... çok da arıza çıkarmadan, çınlatmadan, çatlatmadan… iyi bakabilmeliyim. 

***

Başka türlü duyarlılıklar ve çınlamalar da vardır belki buralarda. Kulaklarda yani. 

Bir ozanın inceliği ve duyarlılığı vardır mesela. Bir ozanın emeğe ve emekçiye karşı duyarlılığı. Kemal Özer’in, gurbet ellerde alınteri dökenlerin ve “görmezden gelinenler”in şiirini yazdığı “Bir Adı Gurbet”te, şiirinin kaynaklarını anlattığı türden bir duyarlılık. Bambaşka bir çınlama: 

“Yirmi yıl doklarda çalıştıktan sonra kulaklarında hiç eksilmeyecek bir çınlamayla emekliye ayrılan babanın öyküsünü kızından dinlediğimde. Ya da kanal sularının açılıp kapanmasında görevli bir gencin, gün boyu içinde çalıştığı daracık bir kulübeyi okuyup yazarak genişletme direnciyle tanıştığımda.” 

Çın çın çın…

Hayatın bir ucunda… Emeğin kuyusunda, kenarda, marjda... Makine dairelerinde çalışanlar, makinelerin sesiyle dolup taşanlar, motorların gürültüleriyle yatıp kalkanlar, kaynak işçileri, metalciler, madenciler… “çınlama” ve “hatırlama” duygusunu bambaşka bir şekilde yaşayanlar. 

Hayatın bir ucunda… Gerçek kulak çınlaması, metal işçilerinin, maden işçilerinin, inşaat işçilerinin, tersane işçilerinin kulaklarında patlayan sesler değil midir? Gün boyu iş makinelerinin gürültüsü, madenlerin uğultusu, şantiyelerin patırtısıyla dolan kulakların bir ömür boyu çınlaması… 

Hayatın bir ucunda… Neden çınlayıp duruyor kulağım durmaksızın acaba?..

----

(*) Arto Tunçboyacıyan’ın sözlerini aktardığımız bu güzel “Hay Bedenim” şarkısını, bedeninize her yüklendiğinizde dinleyebilirsiniz ilaç niyetine:  https://www.youtube.com/watch?v=0TPHEuV-tSc