Onlardan birine, “Ne yazık, biz edebi bir kuşağız diyen Deniz Gezmiş’lerin romanını küçük burjuvalar yazdı,” diyecek oldum, hemen sesi ekşiyiverdi. “Bütün edebiyatı, sanatı yapanlar küçük burjuvalardır” dedi. Kesin konuşuyordu. Tam, “Ama…” diye söze başlıyordum ki, “Zaten edebiyatta böyle bir kategori yoktur”u yapıştırdı. Küçük burjuva, sınıf içgüdüleriyle ayaklanmıştı; sözün kendisini de vuracağını anlamış olmalıydı. Şaşırtıcı ölçüde öfkeliydi, fokur fokur ekşiyordu. Ama bu ekşimeden tadından içilmez bir şarap çıkmayacağı belliydi. Konuyu hemen kapattım.
Küçük burjuvalar ekşiyorlar. Sanki yıllarca içinde mayalanmaya bırakılmış üzümlerle unutulmuş, taşıp kabarmış koca bir fıçıya saman çöpü düşüyor. Çöpün zavallı cüssesiyle ölçülmeyecek büyüklükte bir fışıltı ortalığı kaplıyor. Ekşimiş küçük burjuvalar kimyasal bir tepkimenin ani ve kendiliğinden patlamasıyla fırlıyorlar.
İthaki ile Yordam’ın kabahatinden büyük özürleri
İthaki Yayınları, Virginia Woolf’un bir kitabını yayınlamış. Başına beş altı cümlelik “ironi” yüklü bir biyografi koymuş. Bunu gören ve beğenmeyen küçük burjuva hemen fotoğrafını çekip twitter’a yüklüyor. Bu da ne ya! Woolf’a dil uzatma; paronoya ve bekâret yakıştırma. Eril söylem! Saman çöpü twitter kuyusuna düştü. Ekşimiş küçük burjuva patlayacak meseleye kavuştu. İthaki Yayınevi küçük burjuvaların baskınına uğruyor. Kapısına boya dökülüyor, duvarına, Virginia Woolf’un ruhu slogan oluyor. Yayınevi özür twitt’leri atarken, arada eklediği birkaç sözcükten, “uğradığımız sosyal linç”, ekşiyen küçük burjuvanın faşist lümpen proletaryayı hiç aratmadığı, acı bir toplumsal gerçek olarak karşımızda sırıtıyor. Ak-trolleri de aratmıyorlar. “İroni” tutkunu küçük burjuvaların bu hali, hiç de ironik değil.
Aynı gün, belki de aynı saatlerde twittir’da bir başka saman çöpü geziniyor, demeyelim; koca Stalin yoldaşa saman çöpü diyecek değiliz. Yordam Yayınları, Stalin’in ve Chavez’in doğum günlerini kutlayan bir açıklama yayınlamış. Küçük burjuvalar patlıyor; diktatör Stalin’in, Gulag toplama kamplarının, Moskova duruşmalarının ve Boğazlar’dan üs, Kars ve Ardahan’ı isteyenin doğum gününü kutlamaya nasıl cüret edersin! Yordam Yayınları’nın özür refleksi, İthaki’den daha hızlı; hemen açıklamayı geri alıyor. “Çok özür dileriz, biz zannetmiştik ki, 20 milyon insanının canı pahasına Alman faşizmini yenilgiye uğratan ve halkları barışa ve özgürlüğe kavuşturan Stalin az da olsa iyi bir şeyler yapmıştı…” Yordam, bunu bile diyemedi. Piyasanın herkese şirin görünme tezgâhında dokunmuş, yuvarlak bir özür açıklaması yayınladı.
Ama küçük burjuvalar ekşiyordu ve sarılacak, patlayacak, akacak yer arıyordu. Bu açıklamadan sonra Stalinci küçük burjuvalar ayaklandı. Yordam Yayınları, özür dileyerek Stalin Yoldaş’ı anılmayacak bir kişi durumuna düşürmüştü. Ekşime bu yakada da yükseldi.
Jdanov’u haklı çıkaran tarih
Stalin Yoldaş meselesi derindir. Emperyalist-kapitalist karargâhın üç meşum günah keçisinden biridir; ötekiler, Jdanov ile genetikçi Lisenko’dur. Lisenko’nun neden bu kadar düşman görüldüğünü bilmiyorum ama Jdanov düşmanlığının, sanatın ve edebiyatın küçük burjuvalar elinde ne kadar yıkıcı bir silah olduğunu görmüş olmasından kaynaklandığına kuşku duymuyorum. Küçük burjuvaların sanat ve edebiyat işiyle uğraşanları, hâlâ, Sovyetler’den sosyalizm kazındıktan sonra bile Jdanov’u karalamaya devam ederler.
Sonuçta, tarih Jdanov’u haklı çıkardı. Sosyalizmi işçi sınıfı değil, sanatla, edebiyatla, bilimle teçhizatlandırılmış küçük burjuvalar yıktı. Saharov’lar, Soljenitsin’ler, Pasternak’lar, Aytmatov’lar, Kundera’lar, Havel’ler yıktı. Onların en ateşli ve ekşimiş acenteleri Türkiye’den çıktı. Büyüdü, yayıldı, sermayeleşti; aydınlanma, akıl ve toplumsallık düşmanı küçük burjuvazi Türk edebiyatını, sanatını, kültürünü gasp etti. Gerçekçi sanatı ve edebiyatı inkâr etti. Yerine getirdikleri, edebiyatın ve sanatın inkârı oldu. Ekşimiş küçük burjuvalar, bana, inkâr edenlerin inkâr edileceklerini, tarihin diyalektik ilkesini anımsatıyorlar.
Vera’nın düşlerinde Stalin gölgesi
Stalin yoldaş meselesinin özel hatıraları vardır. Yıllar önce, emekçilerden ve küçük burjuvalardan oluşan küçük bir toplulukla, Edebiyat Atölyesi’nde, 19. Yüzyıl Rus gerçekçiliğini inceliyorduk. Haftalarca Puşkin, Gogol, Herzen, Lermontov, Dostoyevski, Gonçarov, Turgenyev, Çernişevski’nin birer romanını okuyup tartıştık. Katılımcılar öğrendikçe, edebiyatın tadına vardıkça, bunu daha çok insana gösterme çabasına girdiler. Bu romanlardan bir okuma tiyatrosu hazırlamayı önerdiler. Romanlardan seçmeler yaptım; bunları birleştirecek arasözler yazdım, sahnelenecek bir metin oluşturdum. Hayatında hiç sahneye çıkmamış, lise çağıyla emeklilik yaşında, değişik koşullardan gelen toplulukla zorlu bir prova süreci geçirdik. Sonunda Çağlayan’daki son büyük 1 Mayıs’lardan birinden bir ya da iki gün önce gösteriyi programladık. Yıllar önceydi, henüz dijital teknoloji olanaklarımız yoktu. Gösteride perdeye görüntüler yansıtmak için bir dia makinesi kullanmıştık. Diaları ressam-fotoğrafçı arkadaşım İrfan Ertel çekmişti. Kitaplardan bazı vurucu cümleleri seçmiş ve dialarla perdeye yansıtmıştım. Çernişevski’nin Nasıl Yapmalı kitabından Vera’nın gelecek düşlerini okurken, Sovyet ressamlarından bazı tabloları yansıtıyordum. Gösteriden iki gün önce, genel provada, Vera’nın düşünü okuyan arkadaşımız, perdeye yansıyan tabloyu görünce zınk diye durdu. Perdede, bir şehir meydanında şenlik vardı; insanlar, yemişler, sevinçler coşkulu renklerle taşıyordu. Arkada bir okul binasının duvarında koca bir Stalin portresi asılıydı. Küçük burjuva, Stalin’i görünce durmuştu; kanlı bir diktatörün şirin gösterilmesine alet olamazdı.
“Ama, bu resimde Stalin tarihsel bir gerçeğin parçası olarak var. O ülkenin devlet başkanı, tıpkı Atatürk gibi, duvarda resmi asılı.” Küçük burjuvanın ekşimiş duyarlığı ayaklanmıştı, söylediklerimi duymak bile istemiyordu. Topluluğumuzdan ona katılanlar oldu. Bu resim kaldırılmazsa oynamayacaklardı. Küçük burjuvanın ekşimiş bilincine Stalin gölgesi düşmüştü.
Lenin’in eritilen büstü
Derin bir düşkırıklığına kapıldım. Aylardır okumalar, tartışmalar neye yaramıştı. Stalin’i tarihsel bir gerçek olarak bile kabul ettirmek mümkün olamıyordu. Hiçbir şey bilmediği bir tarihsel kişilikle ilgili kulaktan dolma bilgilerle yargıda bulunuyor, sonuçlar çıkarıyordu. Arkadaşlarımda en küçük bir toplumsal bilinç oluşturamamıştım demek. Ben dayatması yerine, ortaklaşa bir çalışmanın genel yararını gözetmek istemiyorlardı.
İki gün sonra duyurusu yapılmış gösteri vardı. Bir ay boyunca iş çıkışında geç saatlere kadar süren provalar yapılmıştı. Stalin resmi yüzünden her şeyin boşa gitmesi sözkonusuydu. Herkese evine gitmesini ve bu konuyu düşünmesini söyledim. Ertesi akşam son provadan önce, sorunu bir çözüme kavuşturacaktık. Neyse ki, kızgın da olsam, ekşimiş değildim; o akşam, Stalin yoldaştan özür dileyerek, tabloyu gösteriden çıkarmaya karar verdim. Kendimi, Nâzım Hikmet’in şiirini yazdığı Konstantin Paustovski’nin Bataklık romanındaki, sel baskınını önlemek için kepçeyi tamir edebileceği tek metal parçası olan Lenin büstünü eriten kahramana benzetiyordum.
Hayatımın en güzel işlerinden biridir Rus Gerçekçiliğinden Sahneler; afişte ve davetiyede Chagall’ın Rus köyünü betimleyen tablosu vardı, salon dolmuştu, izleyenlere derdimizi anlatabilmiştik. Konuklardan yazar Nursen Karas, şöyle demişti: “Yıllardır Rus romanlarını okurum, ama bu bütünlükte, bu açıklıkta ilk kez kavrıyorum.” Bu gösterinin bir kaydını alamadığımıza hep yanarım. Çünkü bir ikinci kez sahneleyemedik. Ekşimiş küçük burjuva bilinci, ortaklaşa yaratılan bu başarıdan fena halde ürkmüştü. Atölye de, topluluk da hızla dağıldı. Herkesin anılarında sisli bir güzellik olarak kaldı.
Adı yanlış yazılan akademisyen
12 Mart günü, büyük yazarımız Hüseyin Rahmi Gürpınar’ı anlatan bir toplantımız var. Beylikdüzü Belediyesi Kültür Merkezi’ndeki toplantıda, Hüseyin Rahmi’yi anlatacak, bilgili konuşmacı bulmak için çok uğraştım. Yeni kuşakların edebi bilincinden bütünüyle silinmiş. Telif hakları süresi doldu diye birçok yayınevince yayımlanıyor yayımlanmasına ama üzerinde yakınlarda yazılmış inceleme yok denecek ölçüde. Araştırma soruşturma sonucunda Hüseyin Rahmi’ye bir biçimde bulaşmış dört konuşmacı bulabildim. Toplantıya 24 saatten az bir süre kala, konuşmacılardan biri arıyor: “Belediyenin kültür programında adımız yanlış yazıldığı için, bu özensizliği protesto ediyor, toplantıya katılmayacağımızı bildiriyoruz.” Son bir dirençle, “Ama”, diyorum, “bunu önlemek elimizde değildi. Belediyenin Program yayınlama işini verdiği şirketin çalışanının bir dizgi hatası…” Küçük burjuvanın ekşimiş bilinci dinlemek istemiyor. “Adımızın yanlış yazıldığı bir özensizliği kabul edemeyiz.”
Gelin, Hüseyin Rahmi’yi anlatın; adınıza ne kadar yakışıp yakışmadığınızı gözlerimizle görelim, kulaklarımızla duyalım. Yanlışsız düşünüp yazmayı öğretin bize. Sizi üniversitelerde hoca yapmışız; ey ekşimiş küçük burjuva, biz emekçilerin ödediği vergilerle okuyup Prof. Dr. oldun, hiç olmazsa, birkaç saatini ayır bize. Koskoca bir ekşi hayır!
Küçük burjuvanın sirkesi yerine emekçinin şarabı
Küçük burjuvalar neden ekşiyor? Çünkü iki derede bir arada bir sınıftır da ondan. Sınıf bile sayılmıyor. Toplumun iki belirleyici sınıfı, işçi sınıfı ile burjuvazi arasında, hep kaypak bir konumda, iktidara yakın olmaya, aşağıya düşmemeye çalışıyor.
Gözü hep burjuvazinin yerinde ama bugün iktidarda olan burjuvazi, her türlü insanlığın inkârı anlamına geliyor. Küçük burjuvazi onun yerinde olmak istiyor istemesine, yoksa “yetmez ama evet” diye sokaklara dökülür müydü? Ama aynı zamanda, insanlığın her anlamda inkârı anlamına gelen bir iktidarın ve sınıfın yerinde olmak istediğini kendine bile açıklamaktan korkuyor. Az da olsa, bozuk da olsa, insanlığın kimi yapıtları, müzelerde yatanlar ve konser salonlarında yükselenler, tortular halinde de olsa, küçük burjuvazinin parçalanmış bilincinde duruyor. Bu tortular ile olmak istediği hiçlik, insanlığın inkârı arasında sıkışmış bir bilinç ekşiyor. Ekşidikçe, patlayacak yer arıyor.
Oysa çıkış o kadar açık ki, insanlığın inkârı demek olanları, sermayecileri inkâr etmek. Emekçilerin yeryüzünde, ortaklaşa yaratılan bir hayatın demlenmiş şarabını içmek.