İktisatçı etiketine sahip olmak, daha doğrusu iktisatçı zannedilmek kötü bir şeydir. Örneğin bir esnafla sohbet etmekteyseniz ne iş yaptığınızı öğrenir öğrenmez "dolar nereye gider" sorusunu duyarsınız. Hayatta hiçbir iktisatçının istikrarlı bir şekilde faizin, dövizin ne zaman nereye gideceğini bildiği görülmemiştir. Eğer “kelin yağı olsa başına sürer” demeyecekseniz, nereye gidebileceği ile ilgili potansiyellerin değerlendirilmesi gelir aklınıza. Çoğu zaman ve haklı olarak laf kalabalığı olarak değerlendirilecektir. Sonunda diliniz alışır kestirip atmaya başlarsınız: "Valla adamlar döviz sokup duruyorlar, girecek para bulamazlarsa fırlar..."
Bir solcuyla sohbet ettiğinizdeyse "kriz ne zaman çıkar?" sorusuna muhatap olmanız kaçınılmazdır. Bu soruya verdiğim yanıtlar biraz daha düşündürücü olsun isterim. Yani içimden "sanki kriz çıksa devrim mi olacak?" diye düşündüğümü doğrudan açığa vurmam ama en azından "kriz bunları götürse yerine daha iyisini getirmez ki" diyebilirim. Oldukça ‘ergen’ bir solculukla "en kötüsünü görsünler ki devrim olsun" diyenlere de rastlıyorum ama çoğu kez bu kadar acıklı bir durumla karşılaşmam. Yönetemeyenlerin yönetemediklerinin nasıl eskisi gibi yönetilmek istemeyeceklerini tartışadururuz...
1994 döviz krizi ve 2001 bankacılık krizi, özgün krizlerdir, benzerlerinin bile tekrarlanma ihtimali çok düşüktür. Sarsıcı oldukları kadar "atlatılmış" olmaları da ilginçtir. Çoğu burjuva, bundan "Türkiye'de kaynak bitmez" sonucu çıkarmıştır. 2005-2012 dönemi ise yine egemen sınıflar açısından farklı boyutlarda özgüven kaynağı olmuştur. Türkiye, gerçekten de – en azından fiziki olarak – yirmi yıl öncesinin Türkiyesi değil.
Ama kapitalizm her biri yeterince özgün olan türlü krizler üretmeye ehildir sonuçta. Ehildir de, sermaye düzeninin onca sürdürülemez temel dinamikleri içinde de olsa, "felaket kahinliği" yapmanın sola en ufak bir faydası olduğunu artık düşünmüyorum. Aslına bakarsanız önceki birkaç yazımda bahsettiğim iki özel dönem sonunda AKP iktidarının kendi tabanını rant dağıtarak rahatça tutabildiği bir dönemin sonuna geldiğimizi bilmek yeterlidir. Bırakın iktidar partisini, bu ülkenin hakim sosyal yapısının dayanamayacağını, dağılacağını düşünüyorum. Neye mi?
-Süreklileşmiş ticari durgunluk, yaygın iflaslar
-Uzun süre (on yıl diyelim) reel olarak düşen emlak fiyatları
-Kentlerden kırlara tersine göç
-Açlık sınırının altında mutlak yoksulluğun gündeme gelmesi
-Büyük kentlerin kimi bölgelerinin çetelerin hakimiyetinde gettolar haline gelip, zengin mahallelerinin duvarlarla çevrilmesi gibi kimi olguların önümüzdeki yıllar içinde yavaşça kendini dayatmasına.
Dağılanın yerine ne konacağı, bugünden yarına uzanan mücadelemizin eseri olacaktır. Türkiye’nin ne şimdiki hali, ne de karşı karşıya bulunduğu potansiyel gelişmelere “ülkemize has” gözüyle bakılmamalıdır.
Özgün taraflarını ele almadan önce özgün olmayan taraflarını saptamak her zaman daha çok işe yarar. Her şeyden önce, "iktisadi açıdan" Türkiye, tipik bir enerji fakiri Ortadoğu ülkesidir. İmalatın nüfus içindeki payının düşmesi, hizmet ve ticaret payının artması, hane halkı borçlanması, sosyal hizmetlerin özelleşmesi süreçleri de kapitalist sistemin belli kuşaklarına has yaygın olgulardır…
Örneğin on yıl öncesinin çok meşhur "istihdam yaratmayan büyüme" veya “sanayisizleşme” tartışmalarını yalnızca Türkiye içinden yapmak çok tahripkâr olmuştur. O tartışmalarda 2007 sonrası gelişmelerin verimli okunmasına katkı bulmak pek mümkün değil.
Bütün bunlar, yönetenlerin yönetemez hale gelmelerinin işten bile olmadığını, zamanlamanın ise global koşullara çok daha fazla bağımlı olduğunu, önemli olanın hazır olmak olduğu söylemek için. Çünkü son kertede, sol hareketin topluma çeşitli noktalarından yeterince güçlü tutunup tutunmadığı belirleyici olacaktır.
Sanırım şu an üniversiteler dışında başka bir kalıcı bağlantı noktası tanımlamak mümkün değil. Halbuki fabrikalar, plazalar, işsizler sadece üniversiteler kadar önemli olmakla kalmaz, üniversitelilerin üç-beş yıl sonraki gerçek toplumsal konumunu da adresler.
Kaçınılmaz krizin zamanını tahmin etmek, en doğruyu bağırmak hiçbir işe yaramayacaktır. Toplumsal dokuya tutunmak, krizde muhtaç kalanın yanında olmak, fayda sağlayacağını hissettirebilmek anlamına gelmektedir. Bu konuda çok güçlü bir öğrenci hareketinin bile fazla şansı olduğunu söyleyemeyiz. Bu anlamda Türkiye solu, hiçbir bölmesiyle "toplumu dağıtır" dediğim yukarıdaki potansiyel gelişmelere hazırlıklı değildir.
Ortadaki boşluk, önce saptanması sonra güçlerin birleştirilmesi, optimize edilmesi ve işe başlanması sürecini dahil etmesek bile uzun yıllara yayılması gereken ve güven verme esasına dahalı bir siyasi çalışma gerektirir. Kızıl bayrak dolaştırıp kimlik oyu istemeye benzemez. Böyle bir çalışmanın kadro-örgüt-kaynak standartları çok farklı bir boyuttadır. Kaldı ki bir an önce aşılması gereken saptama-birleşme-optimize etme ve başlama evreleri için pek çok kalburüstü solcu koyu bir karamsarlık beslemektedir. Evet, Gezi'den sonra bile.